Erzurum’un güzelliklerini tanıma konulu yazıyı kaleme alan usta gazeteci Öztürk Ökkök’ün işte o güzel yazısı…
“İşim gazetecilik.
Anlayacağınız habercilik asli görevim.
Çoğu gazeteci gibi, fotoğraf da çekiyorum.
***
Arada bir şehir üzerine araştırma da yapmıyor değilim.
Yani Erzurum’u adımlıyorum, “o köşe senin, bu köşe benim” diyerek.
Kimi zaman tabyalara çıkıyor, kimi zaman tarihi bir mekanda buluyorum kendimi.
***
Bazen bir ilçeye gidiyor…
Mesela, Hınıs’ın Kanyonları’nda bir Kerem misali Aslı’yı arıyor, Narman’ın Peri Vadisi’nde Şirin’ine ulaşmış Ferhat gibi inanılmaz bir heyecan duyuyorum.
Her ne kadar bugün akmasa veya akıtılmasa da, Tortum Şelalesi’nin yaz başlangıcındaki o muhteşem görüntüsü ile kendimden geçiyor, bin sene evvel Öşvank Kilisesi’ni yapan Grigor’un ustalığı karşısında saygıyla eğilirken, Hasankalesi’nde İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, Alvar’da Muhammet Lütfi Efendi’nin ruhani maneviyeleri ile kuvvet bulduğumu hissediyor…
Dolayısıyla Erzurum’u “Mevla’ya emanet edilmiş bir mübarek şehir” olduğunu biliyor olmanın rahatlığı içinde geri dönüyorum.
***
Yolun kenarında rastladığım gelinciğin kızıllığı ile kavrulan gönlümün hararetini kah Dumlu’nun, kah Yazıcı’nın, kah Akpungar’ın suyu ile serinletirken…
Palandöken’in en tepe noktası Ejder’de coşkuyu…
Abdurrahmangazi Türbesi’nde manevi duyguyu…
Pir Ali Baba’nın mezarında bin bir hatimlerin huzurunu buluyorum.
***
Hacı Haşıl’ın Dutçu (Tuzcu) Köyü’nün tepelerinden Umudum Baba’ya verdiği selamın…
Habip Baba, Külhancı Baba, Ebu İshak, Rabia Ana, Hasan-i Basri türbelerinde yankılandığına adeta tanıklık ediyor…
Minarelerinden yükselen ezan seslerine karışan salat ve selamlar sayesinde peygamberi ile her vakitte iletişim halinde olan bu mübarek beldenin bireyi, mensubu ve hayranı olmanın hazzını yaşıyor…
Ve fısıltı halinde şükrümü, teşekkürümü ifade etmeye çalışıyorum şehrin asıl Sahibi’ne.
***
Hani aşığın, “Nasıl methedeyim sevdiğim seni” diyerek anlatmaya çalıştığı sevgili misali bir yer burası.
***
Bakmayın siz “yaşanılmaz” hale getirişimize…
Bakmayın tozuna, buzuna, pislik içindeki sokağına.
Kabul!
Altın yerde, çamurun içinde!
Ama öyle olsa da, sonuçta altın o.
Değerinden bir şey kaybetmediğini işin sarrafı iyi biliyor.
Bi bilmeyen ve farkına varamayan bizleriz.
***
Asıl değersizleşen Erzurum değil yani.
Şimdiden “ya kim?” dediğinizi duyar gibiyim de…
Ne diye bana soruyorsunuz ki?
Bakın çevrenize!
Hoyrat yüzlülerimiz, aç gözlülerimiz, maymun iştahlılarımız o kadar çoğaldı ki…
Hangi birini sayayım, ya da sayalım!
***
Ne diyordu Naim Hoca:
“Dudular, gumrular getti, gargalara galan dünya!”
Bu sözle birlikte beni de ekleyebilirsiniz istediğiniz bir listeye.
***
Geçen hafta bir yazı yazmış, “Erzurum’da ne değişmedi ki!” demiştim.
O yazıya gelen yorum ve eleştiriler bir gerçekle yüzleştirdi beni.
Biz meğer Erzurum’u da, Erzurumlu’yu unutmuşuz.
“Hadi canım sen de” demeyin sakın!
İnanmıyorsanız eğer, çıkın caddeye, durdurun önünüze gelenini, “Leblebici Yokuşu, Kadana Mahallesi, Hacı Cuma neresi?” diye sorun, bakın bakalım kaç kişi bilecek.
Ya da Gavurboğan’ın, Çırçır’ın, Kurt Deresi’nin, Araplar Düzü’nün yolunu gösterenimiz olacak mı?
***
Oysa bu şehir bizim…
Hem de davulu, zurnası, bar’ı…
Ciriti, hanı, hamamı…
Çifteler’i, Üç Kümbetler’i, Yakutiye’si…
Kale’si, Kule’si, Taşhan’ı…
Ulu Cami’si, Lala Paşa’sı, Derviş Ağa’sı…
Veya Palandöken’i…
Ya da Aziziye’si ve Mecidiye’sinin olduğu gibi.
***
Dedim ya, bizim hepsi.
Ama kaçı beş para ediyor ki?
Müthiş bir servetin üstünde oturuyor…
Mevla’sına emanet edilmiş bir kutsal beldede yaşıyor…
Ne yazık ki, kültürün beş para etmediği bir devirde “kültür diye me’leşiyoruz.”
Bakar mısınız gaflete!”
Öztürk Akkök
Kaleminize yüreğinize sağlık harika bir yazıydı.
Gerçekten harika, birde kaybolan suyumuzu eklersek diye düşünüyor saygılar sunuyorum.