Rahmetli “Gullebi Turan”, İstanbul’a “hicret ettikten” sonra, özellikle, Ramazan’a bir iki gün kala Erzurum’a gelirdi ve ” Ramazan parsası”nı toplardı. Hoş herkes bilirdi ki, Gullebi’nin “… falanca adam için yardım topluyorum” şeklindeki gerekçesi doğru değildi, ama yine hemen herkes, sırf Gullebi’nin güzel hatırı için “inanmış” gibi yapardı.
Bu kişilerden birisi de bendenizdim.Rahmetliyi severdim, her defasında da o sevgiye layık ilgiyi gösterir ve O’nu ağırlamaktan mutlu olurdum. O da, bana karşı hep bir dost kaldı… Hele hele O’nunla ilgili bir şeyler yazmışsam acayip mutlu olur ve o tarihli gazeteyi mutlaka çerçeveletip kendisine vermemi isterdi. Yıllarca böyle sürdü aramızdaki ilişki…
Pek çok kişinin “Gullebi Turan” deyip “ti”ye aldığı Turan, benim için, uzaktan gelmiş değer verdiğim eski bir dost ve ağabeyi idi…
Ölümünden önce, bir yazı yazmış ve “Gullebi Turan Taktiği” diye de bir “formül”ü açıklamıştım. Hiç unutmam, İstanbul’dan telefonla beni arayarak, “Ula gazeteci, o ne yazmışsan ki, herkes beni arayıp bir şeyler soruyor” demişti…
“Gullebi Turan Taktiği” kısaca şöyleydi:
Diyelim ki, Turan ağabeyi birisine fena halde kızmış. Eline geçse, yahut gücü yetse o adamı bir kaşık suda boğacak kadar öfkeli…
Gidip o adamla boğuşmak, didişmek ya da kavga etmek yerine, onun en yakın arkadaşlarının yanına giderek, “Duydun mu?” diye başlardı söze…
“Neyi Turan, neyi duymam gerekirdi ki?”
“Yahu ne olacak daha… Falanca adamın karısı (yerine göre kızı veya kız kardeşi de olabilirdi) fahişelik yapıyormuş. Öyle üzüldüm öyle üzüldüm ki, beynimden vuruldum. Böyle bir alçaklık o adama yapılır mı hiç?”
Gullebi Turan Taktiği işte buydu.
Yani çok kızgın olduğu halde, başka bir şey yapamadığı bir kişi için en acımasız olanından iftira ederdi. Bu iftirayı yaparken de üzülmüş pozlarına yatardı.
Turan’ı tanıyan herkes hemen anlardı ki, birisine fena halde kızmış, yani istediğini o kişiden alamamış. Hiç kimse Turan’ın bu “taktiği”ne kanıp da “vay be!” demezdi. Bilirdik ki, tipik bir Turan iftirası…
Turan bu memleketin renkli simalarından birisiydi. Yüksek bir mizah gücüne sahipti; esasında O, Erzurum’un saklı bir yanını açığa vuran okyanus dalgası gibiydi.
Bilen bilirdi ki, aramızda ne Gullebi Turan’lar var esasında…
Kimisi ya parası olduğu için “işadamı”, kimisi ya çevresinin geniş olması yüzünden “bey” ve kimisi de taşıdığı soy isimden ötürü “zade” unvanı aldığı için, “Gullebi Turan” diye anılmıyor. Yoksa, pek çoğu mizah gücünden yoksun birer Gullebi’dir…
Bu sahte Gullebi’ler en çok da seçim sath-ı mailinde ortaya çıkarlar.
Etraflarına topladıkları üç beş şakşakçılarına anlatırlar, onlar da bal gibi inanırlar veya inanıyormuş gibi yaparlar:
‘Parti genel başkanına’ dedim ki, şeklinde başlayan cümleler genellikle sohbetin ilerleyen saatlerinde, ‘bastım fırçayı’ biçiminde sürüp gider.
-Helal olsun abi sana, nasıl da berbat etmişsin koskoca parti liderini..!
-Tabi oğlum; ne zannediyorsun sen, adamın karşısında ezilip büzülecek değildim ya… Ben kimin torunuyum?
-Zaten o partiden aday adayı olduğuma da pişmanım; meğerse adamın karısı şöyle böyleymiş.
– Abi sadece karısı mı? Kızı için de neler neler söylüyorlar.
-Biliyorum oğlum biliyorum; işte bu yüzden ben de postamı koyup çekip çıktım.
-Abi sana da yakışan buydu, elini sallasan elli parti…
-Yarın yeniden Ankara’ya gideceğim falanca partinin başkanı ısrarla beni çağırıyor. Bir bakayım ki, neymiş derdi? Gitmesem şimdi ayıp olur…
-Abi tabi git, seni liste bire koymayıp da kimi koyacaklar?
Muhabbet böylece sürüp gider…
Neden sonra anlamış olduk ki, meğerse aramızda Turan’a rahmet okutacak ne Gullebi’ler varmış!
Kim diyebilirdi ki bir gün gelecek ve memleket Gullebi’nin adını yaşatmak için yarışan siyaset şarlatanlarıyla dolup taşacak…
Sahi siz hangi partiden kaçıncı sıradan adaysınız?
Ey Turan ağabeyi; kalk ayağı kalk da bak ki, senin taklitçilerin nasıl da siyaseti kuşatmışlar.
İster sevin, ister üzül…
Mehmet Şener