- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

Şuurlu yaşamak

İnsanoğlunun uluları “yaşamak bir sanattır” derler. Her doğan canlı bir şekilde yaşar. Her can bir şekilde seferini tamamlayıp yolculuğunu noktalar. Haklı olarak bir hana, bir misafirhaneye benzetilen dünya; konulup göçülücek, gelinip geçilecek bir durak.

Ezelden ebede süren bu akış içinde insana biçilmiş olan bir ömür, aslında bir kelebeğin ömrü kadar kısa. Ve yine kâinat kitabında her insanın hüviyet kâğıdı varla yok arasında küçük bir zerre mesabesinde.

Nesilleri birbiri arkasından misafir eden ve yine birbiri ardından uğurlayan bu güzergâhta,  insanoğlunun var olma tecrübesinin takvimi herkesi için bir sır. Bu konuda ilim erbabınca verilen rakamlar; tahmini, takribidir. Eldeki malzemenin değerlendirilip, yorumlanmasına  göredir. Oysa, yaradılış denilen zincirin başlangıç noktasının da, bitiş noktasının da ucu açıktır. Ölüm  hak olmakla beraber hiç birimiz için randevu saati belli değildir.

Plân, program yapsak da ilerleyen zamanın bize ne getireceği de tamamen namalumdur. İnsanoğlu, bir çok konuda çok bilinmeyenli sorularla kuşatılmış vaziyettedir. Bu meçhullerin ortasında üzerinde yaşadığımız dünya, kendi hayatımız ve kendi var oluş serüvenimiz bizatihi gerçektir.

Her canlı, her insan kendisi ve etrafı için, yepyeni bir hayat, taze bir başlangıçtır. Her bir hayat, bir fetih macerası, bir keşif seyr ü seferidir. Devamlı yoklayıp anlayarak, kavrayıp sorgulayarak yaşadığımız takdirde; önümüzde yeni yeni kapıların açıldığını, perdelerin bir bir  aralandığını fark ederiz. Bu köhne dünyada her insanın hayat tecübesi kendisi için ilk ve tektir. Hiç kimse, bir diğeriyle yüzde yüz benzeşmediği gibi, hiç kimsenin tecrübesi de diğerine benzemez. Aynı geçitlerden geçsek, aynı yollarda zorlansak, sonunda aynı ecel şerbetinden hissedar olsak bile aynı konumların bizim duygu, zihin ve ruh iklimimizdeki izleri, bizdeki yankıları  farklıdır.

Aynı gök kubbenin altında  aynı sofranın nimetleriyle beslenen, aynı âilenin çocukları sayılmakla beraber her birimiz kendi dünyasında bir Robinson Crusoe’dır. Her doğan için ömrün atlanacak merhaleleri geçile geçile, denene denene kavranır. Bu serüven en iyi yaşanıla yaşanıla öğrenilir. Kitaptan okuyarak, görerek ya da işitilerek öğrenilemez. Bu macera,  bu akış;  her nefis için orijinaldir.

Her doğan, kendine biçilmiş olan ve kendi dışında kurulmuş olan bir nizama belli bir ölçüde uyarak, bazen onu aşarak, bazen de değiştirip dönüştürerek yaşar. Bazıları akıntıya kapılıp öylesine giderken, bazıları sorgular. Her insan kendi  seçimi olmayan bir bedende, tercih hakkını kullanmadan içine düştüğü belli bir âile ve çevre ortamında dünyaya gözlerini açar. Görünürde bu varlık tecrübesinde hiç bir şekilde söz sahibi olmasa da; zaman içinde elindeki imkânları sonuna kadar kullanarak, kendisini inşa ve imar etmek sorumluluğu altına girer. Aynı zamanda nefsinden başlayarak uzak ve yakın çevresine, ülkesine ve nihayet insanlığa karşı mesuliyet hissi duyar. Bu sorumluluğu yerine getirebildiği ölçüde kendi iç büyümesini sağlar, kendi kendisini aşmayı başarır ve kendisini gerçekleştirir. Ama öncelikle kendisine uyanması, kendi çerağını tutuşturması beklenir ki; etrafına da uyanabilsin. Burada “nefsini bil” sözünün önemi bir kere daha karşımıza çıkar. Kendi üzerinde, evren üzerinde, hayat üzerinde düşünmenin gerekliliği tartışılmaz bir husus olma özelliğini taşır. İnsan; ancak bu sayede  hayatın kendisine verilmiş bir armağan olduğunu hisseder. Bu sayılı nefesin, bu dar zamanın, bu beden mülkünün bir emanet olduğunu fark eder.

Ufku açılır. Kendi içinde nice dünyalar barındırdığını kavrar, içindeki öteleri görür. El yordamıyla yürüdüğü yollarda aslında gizli pusulalar, ışıldaklar, bir tür trafik işaretleri, bir çeşit alt yazılar olduğunu anlar. Kendisini fark eder, kendi şuuruna erer. Gelişigüzel değil; anlayarak, hissederek yaşar. Ve “kâinatta tesadüfe tesadüf edilmez” gerçeğini nefsinde sınayarak öğrenir. Her şey, görünmez bağlarla, teraziye vurulmaz gizli  ağlarla birbirine bağlıdır ve birbiri içindir. Tabiatta rastgele, amaçsız yaradılmış hiç bir şey yoktur. Ot deyip de önemsemediğimiz, böcektir diye aldırmadığımız her varlık; bilinen bilinmeyen bir çok fonksiyonun icracısıdır. İlmi ilerlemeler, keşifler bize bu iç dengelerin nasıl şaşmaz bir düzenin, nasıl hassas bir bütünün asli parçası olduğunu gösterir. Yok edilen bir tür, nesli tükenen bir hayvan bu bütünlüğün bozuluşu demektir ki, bunun akıl edilmesi dahi mümkün olmayan, belki de henüz ölçülemeyen nice ince denklemleri  alt üst ettiğine şahit olunur. Sanki her zehirin bir pan zehiri,  her derdin bir dermanı, her sorunun bir cevabı  bir yerlerde gizlidir. Milimetrik ölçümlere uyarlanmış bir hesap uzmanlığı sayesinde tabiattaki pek çok durumun formüle edilebildiği, yani tabiat kanunlarına  oturtulabildiği görülür.

Sadece göçmen kuşların uçuş güzergâhlarını takip etmek, değişmez gidiş ve dönüş tarihleri, belirli mola menzilleri olduğunu fark etmek bile başlı başına bir mucize olarak karşımızda durur. İlim; zaman içinde mesafe kat ettikçe düğümler çözüle çözüle, katlar açıla açıla bir yerlere ulaşılmaktadır. Sebepler zinciri, sonuçların hazırlayıcısıdır. Her sonuç başka başka sebeplerin var edicisidir. Her nimetin bir külfeti, her gecenin bir sabahı, her darlığın bir ferahı olduğunu ancak yaşayarak öğreniriz. Bu öğrenmelerde bazen çok ağır bedeller ödendiği olurken, bazen de daha kolay veya zahmetsiz bir şekilde bir çok kazanımlar elde edildiği görülür. Hayat sınavında karşılaşılan badireler insana; derununda bilinmeyen nice dünyaların saklı olduğunu, nice gizli enerjileri  barındırdığını, zorlandıkça açılan nice sınırları olduğunu fark ettirir. Zahmetsiz rahmete ulaşılmayacağını gösterir. İnsan, kendisine ve âleme açıldıkça akıntıya kapılıp da gelişigüzel sürüklenenlerden değil, yorumlayıp da da pişenlerden olmaya talip olur.

“Aynı suda iki defa yıkanılmaz.” Sözü her devirde geçerliliğini koruyacak bir hakikattir.  Zira su devamlı bir akış halindedir. Akan su,  her an başka bir  sudur. Yaşanmış her an; bir daha yakalanması mümkün olmayan geçmiş bir andır. Ömrün tek bir anı bile  tekrar etmez. Her an, ilk ve tek olan başka bir andır. Bütün anlar geçmişten beslenir; onun tohumundan açılırken, gelecek için de yeni tomurcuklar oluşturur. Yaşadıklarımız yaşayacaklarımızın zeminini ve teminatını  oluşturur. İyi ürün  ekip,  iyi bakım yapmak; iyi hasat elde etmemize vesile olur.

Fark etmek; bütün mevcudata saygı duymayı, âdeta huşuya benzer bir duygu içinde kalmayı doğurur. Bu durum, bizim anlayarak, yorumlayarak, sorgulayarak yaşamamızı, mümkün kılar. Eskilerin “yakaza hali, teyakkuz hali” dedikleri bu olsa gerektir. Uyanık olmak; gören gözler, işiten kulaklar, hisseden yürekler, kendi aklıyla düşünmeyi bilen beyinler sayesindedir ki;  şuurlu yaşamak dediğimiz şey de bu olsa gerektir. Ancak hayat bu şekilde bir anlam ve güzellik kazanır.

 

Belkıs Altuniş Gürsoy