Sosyoloji kitapları, çekirdek âileyi; anne, baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşan toplumun en temel unsuru olarak tarif ederler.
Âile; sevgi ve saygının garazsız ivazsız olarak yaşandığı, içine hiç bir menfaat hesabının
bulaşmadığı, paylaşma ve dayanışmanın en uç noktada hayata geçirildiği bir kurumdur. İyi ve
sağlam toplumlar; iyi ve sağlam âilelerden oluşur.
Âileyi yıkmak; bir ülkeyi topsuz tüfeksiz yıkmakla eş değerdedir. Ruhen, bedenen ve zihnen
sağlıklı fertler; ancak sağlıklı âileler içinde gelişir. Zira insanın kendisini bulmasında ve dünya üzerindeki yerini belirlemesinde âile baş rol oynar.
Bir geçiş döneminde bulunan ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle “eşik”te yaşayan
toplumumuzda pek çok konuda henüz sular durulmamış, değerler oturmamıştır. XIX. Yüzyılla beraber Doğu ile Batı arasında kalan ve ikiye bölünmüşlüğü sancılı bir süreç olarak idrak eden insanımız; bir parçalanmışlığın içine düşmüştür. Buna ilâve olarak, köylerin şehirlere, şehirlerin de daha büyük şehirlere akması ile hızlanan değişim rüzgarları; zaten mevcut olan sıkıntıları katmerli bir hale getirmiştir.
Âile kurumu da, bu çalkantılı dönemden nasibini almış; gerçek anlamda zarar görmüştür.
Günümüzde âilenin, dolayısıyla ferdin daha fazla yara almaması için ek tedbirlere ihtiyaç vardır.
Bu noktada, el birliğiyle eş, çocuk ve toplum üçgeninin birbirinin refah ve saadetini doğuran
unsurlar olduğunu düşünerek; değişen hayat şartlarının getirdiği sarsıntı ve yıkımların önünü
alacak çareler üretilmelidir.
Başta medya olmak üzere pek çok kanaldan saldırıya uğrayan âileyi korumak için devlet ve sivil toplum örgütlerinin daha etkin bir biçimde iş birliği yapması, kanaat önderleri ile ilim ve fikir erbabının bu hususta destek üniteleri, çözüm projeleri üretmeleri beklenebilir.
Evet, evlilik zordur. İki farklı insanın birlikte bir düzen kurmaları, bir âhenk yaratmaları kolay
bir iş değildir. Kişilik çatışmaları, psikolojik farklılıklar, ekonomik sıkıntılar, her iki tarafın da
yakınlarının işin içine karışması, çocukların problemleri gibi daha çoğaltılabilecek pek çok husus tarafların belini bükmekte, bazen de gücünü aşmaktadır.
Bir eş ile çocukların varlığı, gerçekten de, ciddi bir sorumluluktur. Ama, hayatı güzel ve anlamlı kılan da; sorumluluk almak değil midir?
Günümüz şartları; insanın egosunu şişirmek, dünya zevklerinden sonuna kadar nemalanmayı bir yaşama şekli olarak dayatmak adına elinden geleni yapmaktadır.
Aynı kimseyle bir ömür geçirmeyi katlanılmaz bir çile, nikâhı anneannelerimizin zamanından
kalmış köhne bir bağ ve esaret olarak gören zihniyet; sesini daha doğrusu yıkıcılığını
hükümferma kılmakta tereddüt etmemektedir..
Üniversitelerimizde “Evlilik modası geçmiş bir kurumdur, modası geçmiş bir kurum değildir”
Tezi ve anti-tezi münazara konusu yapılmaktadır. Bu mealdeki fikirlerin yazılı ve görsel basında her vesileyle gündemde tutulduğuna, işlenildiğine şahit olunmaktadır. Bu vadideki söylemlerin pek çok farklı kanalla bünyelere zerk edildiği gerçeği ortadadır.
Çocuğun; ferdin hürriyetini sınırlayan, dünyayı keyfince yaşamasını engelleyen bir ayak bağı, bir külfet olarak görülmesi de bundandır. Oysa çocuk ebeveyni büyütür ve olgunlaştırır. İç dünyasını zenginleştirir. Hayatla daha sağlam köprüler kurdurur. Mücadele azim ve kararlılığını besler.
Ayrıca ana-baba olmak iştiyakı; insanın tabiatında olan temel bir özelliktir.
Salih evlat, salih âmel demektir. Kendi kanından, kendi canından gelmiş nesillerin varlığı insanı maddeten ve manen diri kılar. Çocuk devamlılıktır. Halk arasında çocuksuz âilelere “sonsuz (sonu yok)” denmesi bu sebeptendir. İyi eğitilmiş mutlu çocuk; bir milletin mutlu yarınları, geleceği demektir.
Çocuk, bir zenginliktir, devlettir. İyi çocuk, ancak iyi âilede yetişir. “Dede Korkut Hikâyeleri”nde pedagoji ilmine altın anahtar uzatan bir kural vardır: “Kız anadan görmeyince öğüt almaz. Oğul, babadan görmeyince sofra donatmaz” denir. Çocuk, ana-babanın aynasıdır. Ebeveyn çocuğunu yetiştirirken, evvelemirde kendisini nizama sokması gerektiğini hisseder.
Günümüz âilesini tehdit eden pek çok husus bulunmakla beraber, değişen hayat şartları ile
beraber “geleneksel âiledeki” kuralların ters yüz edilmesi; dengeleri bozan ana unsur olma
özelliğini taşır. Kadın ve erkeğin ananevi rolleri tamamen değişmiştir.
Çalışan kadın; ekonomik özgürlüğü olan ve kendi ayakları üzerinde duran kadın demektir.
Zamanının bir bölümünü dışarda geçiren bu kadın tiplemesinin, aynı zamanda evin düzenini
sağlayıp gözetmesi beklenir. Ancak bu durumda hem evin içinde, hem de dışında sorumluluk
yüklenen kadının konumu bir hayli ağırlaşmıştır. Rol dağılımında iki tarafa da fazla yük
bindirmeden, bir âhenk sağlanması konusunda yol gösterici olunması, yardımcı unsurların
devreye girmesi beklenebilir.
Burada geleneksel yapının ferdî ve toplumsal kodlamalardaki çeşitli kazanımlarını; değişen
şartlara göre yeniden düzenlemek gereği ortaya çıkmaktadır.
Meselenin herşeyden önce insanda başlayıp insanda bittiği bir gerçektir. Kişilik eğitimi, karşılıklı hak ve ödevler, iş bölümü, gibi konularda “Evlilik Danışma Merkezleri”, “Âile Merkezleri”, Evlilik ve Ana-Baba Okulu”, “Ev düzenini Sağlama Kursları”ına ilâveten, sosyal ve psikolojik destek birimlerinin daha faal organlar olarak görev icra etmelerine ihtiyaç vardır. (Bu birimler görünüşte mevcutsa da daha aktif ve kolay ulaşılır bir konuma getirilmelidir.) Her mahalledeki, her sokaktaki sıkıntılı âilelerin tespit edilmesi ve bu âilelerle bire bir çalışılması düşünülebilir.
Âile; insanlığın son kalesidir. Daha iyi bir sosyal model, şimdiye kadar üretilememiştir.
Bu sebepten bu kurumu nasıl korur, daha sağlam ve mutlu zeminlere nasıl taşırız konusu
üzerinde çalışılması gerekir. Burada, her birimize bir pay düştüğünü, uzak yakın çevremizde
ulaşabileceğimiz kimselere karşı bir mükellefiyetimiz olduğunu hatırlayalım. Zira “birimiz
hepimiz, hepimiz birimiz için” demedikçe taşların yerine oturtulması mümkün görünmemektedir.
Belkıs Altuniş Gürsoy