- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

BİR ANNELER GÜNÜ

            Yine bir anneler günü.  Kimileri bu kutlanan günlere, tüketim toplumlarının ticari hayatı canlandırmak için ürettiği nev-zuhur uygulamalar diyerek reddiyeler yazsa da, mayısın ikinci pazar günü “Anneler Günü” olarak gelip hayatımızın bir köşesine yerleşti.

            Annelerine yakın olanlar güçleri nispetinde bir hediye alıp, el öpmeye koştular. Paketler, çiçek demetleri elden ele dolaştı. Bazıları,  anneleri için sofralar donattılar. Uzaktakiler, telefonla gönül aldılar. Annesi bu dünyadan göçmüş olanlar ise hatıraların bahçesinde boynu bükük dolaşıp;  bir  kere daha hasretle sarsıldılar. Analara ne yapılsa az, ne söylense eksik mealindeki ifadeler dört bir koldan işitilmeye başlandı.

            Analar, bütün din ve kültürlerde  kutsanmış, saygıya lâyık görülmüşlerdir. Ama yine de analar; insan olmak adına en ağır bedelleri ödemişlerdir.

            Gelin en kalın çizgilerle de olsa anaların ahvalini şöyle bir dolaşalım. Farklı hayat tablolarından  bir kaç pencere  olsun açalım :

            Iraklı Fatıma, küçük kızının soruları karşısında eziliyor,  çoğu zaman cevap vermekte zorlanıyordu. Zehra, sorgu dolu bakışlarını yine annesinin siyah gözlerine dikti : “Anne bizim petrolümüz olmasaydı, Amerikalılar kimyasal silahınız var diyerek  buraya gelirler miydi?” Diye sordu. Fatıma zihninde uygun bir cevap hazırlamaya çalışırken;  Zehra’nın ağabeyi Apdulah, “gelmezdi, hem de pazarda tabak çanak satan babamız tezgâhının başında dururken üstten yağan bombayla ölmezdi” diye atıldı bilgiç bilgiç.

             Çocukların yüzlerinde, babalarından vakitsiz kopmuş olmanın kederi okunuyordu. Fatıma, yine dişini sıktı. “Çok kurcalamayın. Bunlar mukadderattır. Öyle olması gerekiyormuş, hayatın içinde bunlar da yazılıdır, ” dedi. Ama esefle “bu gariplerim hiç çocuk olmadılar ki” diye iç geçirdi. Hemen toparlandı. Başını dik tutmalıydı. Kendisi ne ölçüde kuvvetli olursa, ne ölçüde dayanıklı olursa, çocuklar da kendilerini o nispette  iyi hissederlerdi. O, her şeyden önce bir anneydi.

            Bir başka coğrafyada yine füzeler atılıyor, yine siren sesleri  duyuluyordu. Uçan cehennemler sağır eden bir gürültüyle hedefleri vuruyor, alevlerin aydınlattığı toz ve  duman  bulutları göğe yükseliyordu. Gazzeli Amine; bu bildik sesleri duyar duymaz; otomatikleşmiş bir şekilde yaşlı anasını ve çocuklarını toparlayıp sığınağa koştu.  Yine evcek oradaydılar. Mahallanin dörtte biri sığınaktaydı. Bebekler ağlıyor, yaşlılar dua ediyorlardı. Çocuklar; büyümüş gözleri, birbirine kenetlenmiş çeneleriyle annelerinin kucağına, babalarının omuzuna kapanmış; ardı arkası gelmeyen bu kıyamet sağnaklarının geçmesini bekliyorlardı. Nihayet menziller vurulmuş, ortalığı geçici bir sükunet kaplamıştı. Bu sessizliğin akabinde  cankurtaran ve itfaiyelerin canhıraş feryatlarını  beklemek alışkanlık olmuştu. Aradaki kısa süreli sessizlikte  Ömer, annesi Amine’ye yapışmış olduğu halde korkuyla fısıldadı. “Anne her yerde, böyle her gün sığınağa girilir mı?” Amine; kendisinin de silahların gölgesinde büyüdüğünü hatırladı.  Oğluna, “evet her yerde böyle yaşanır. Herkes sığınağa koşar. Dünyanın kanunu budur”dedi.  Hemen arkasından da ekledi. “İyi ki bir sığınağımız var çocuğum, biz çok şanslıyız.” Burası Gazze idi. Burada yaşayanlar, ateşle, ölümle, elele kolkola dolaşarak ayakta kalmayı  öğrenmişlerdi. Başka türlü bir hayat bilmiyorlardı ki. Amine, bir anneydi.  Her durumda ümitli olması ve zorlukları kolay göstermesi  gerektiğini biliyordu.

            Havva, Türkiye’de, Samsun’da yaşayan bir engelli çocuk annesiydi. Durumun vahametini fark edip de, ilk şokun vurgunuyla baş etmeye çalışırken; eşinin âilesi yağmur gibi tepesine indi.  “Sen yaptın” dediler. “Senin yüzünden çocuk bu halde.” Havva, “ne yaptı da yavrusu engelli oldu” bu sorunun cevabını bir türlü bulamadı. Ama yine de sebebini bilemediği bir suçluluk duygusuyla ezildi. Sadece o kadar mı? Cemiyet de kendine benzemeyeni içine almakta direniyordu. İnsanlar, bakışlarıyla, duruşlarıyla ve sözleriyle yaraladılar. Her yerde horlandılar. Her adımda bir sadme yediler. Günü geldi, okullar, bu çocuğu kabul etmek istemediler. Okul bahçelerinde, sokaklarda taze baharlar gibi açan  çocukların  cıvıltıları  ortalığı sardığında, Havva’nın  acısı daha da büyüdü.

            O, bu kahrı  tek başına yaşayacağını tez zamanda kavradı. Bir vadide yarsız yaransız yol alacağını kabullenmesi de güç olmadı. Kaderini razı oldu. Çocuğunu kazanmak için ısrarlı bir inatla işe koyuldu. İğne ile kuyu kazıyor, bazen bir arpa boyu bile yol gidemediğini görüyor, yılmıyor; her seferinde daha büyük bir hırsla mücadeleye devam ediyordu. O, sabırlı ve dayanakılıydı. Çünkü o bir anneydi.

            Rahima; Kenya’nın başkenti  Nairobi’de Kibera denilen teneke evler semtinde yaşıyordu.  Bu semtte, yalınayak çocuklar, önlerinden lağım suları akan teneke evlerinin önünde düşe kalka büyürlerdi. Yokluk ve salgın hastalıklarla boğuşmak; bu semtin sakinlerinin  ortak kaderiydi. Afrika açtı. Hastalıktan kırılıyordu. Üç çocuğuyla hayat kavgası veren Rahima, eşini sarı hummadan kaybetmişti.  Bir şirkette temizlik görevlisi olarak çalışmaktaydı. Sabah altıda evden çıkıyor, akşam yedide geri dönüyordu. Gün boyu aklı hep çocuklarda olurdu. Bu sebepten vaktini endişeyle dolu olarak geçirir,  her iş dönüşü korku yüklü  bir telaş içinde olurdu. Yavrularını  sağ salim bulmak gerçek bir bayram sevinci demekti. O, akşam yine lahana çorbasından ibaret yemeklerini yediler. Rahima, kapının önüne koyduğu bir leğende çocuklarını teker teker yıkadı. Evin küçükleri ertesi günün  okul hazırlıklarını yapıp, uyuya kaldılar. Genç anne bir taraftan  uykuyu yakalamaya çalışırken; bir yandan da teneke çatının arasındaki geniş boşluklardan yıldızları seyrediyordu. Bu arada birbirine sokulmuş uyuyan çocuklarının nefesini dinledi. Yüreği mutlulukla doldu. Yine onları doyurmuş, yine emin bir şekilde uykuya yatırmıştı. “Bu güzel canlar için herşeye, her türlü yorgunluğa değer” diye düşündü. İçi tarifsiz bir bir huzurla dolarken; gözleri ağır ağır kapandı.

            Avusturalya’da Sidney’de bir hastahane odasında ana-kız yanyana yatmaktaydılar. Nelly; böbrek hastası olan kızı Lindsey’e böbreklerinden birini vermişti. Âile yıllarca genç kızın tedavisi için çaba sarfetmiş, bu uğurda  çok sıkıntı çekmişti. Nihayet bu badireyi atlatmışlardı. Lindsey’nin kalbi; artık sağlıklı bir hayata kavuşacağını düşünmenin sevinciyle çarpıyordu. Genç kız, koyu mavi gözlerini annesine çevirdi.  “Mummy, ben bu mutluluğu sana borçluyum. Bana ikinci defa hayat verdin” dedi. Nelly; bu solgun yüze, bu cılız bedene sevgiyle baktı. Bir anda içinin yumuşadığını, yüreğinin ferahladığını hissetti. Sanki acılarının üzerinden bir sünger geçmişti. “Ben her zaman sana verdiğimden çok daha fazlasını aldım Lindsey” dedi. “Sen varlığınla bana hayatta yaşıyacağım mutlulukların en büyüğünü yaşattın”.

            Burada dilinin ucuna kadar gelen kelimeleri yuttu. “O hastalıklı yıllar sebebiyle de acıların en büyüğünü” diyemedi. Analar, mutluluğun olduğu kadar, acının da en büyüğünü evlatları kanalıyla yaşarlardı.  

            Anneler dünyanın her yerinde anaydılar. Bu duygu evrenseldi.  Analığın vatanı, milliyeti, rengi, dili, yoktu. Hasbi bir sevgi, ucu görünmeyen bir feragat ve fedakârlık, derin bir sorumluluk. Bu kayıtsız şartsız sevginin ve bu büyük  sorumluluk duygusunun “görünmez ordulara sahipmişcesine güçlü kıldığı” analar her yerde aynıydılar.  

            Bu güzel günü en kalbî duygularımla kutluyor; daha mutlu ve müreffeh yarınların inşasında annelerin daha etkin rol oynamalarını ve daha fazla söz sahibi olmalarını temenni ediyorum.

Belkıs Altuniş Gürsoy