BDP’nin Meclis’i “boykot etme” kararı, Güneydoğu’da anında sokakların cehenneme dönmesine yetti de artı bile.
BDP’ nin Meclis’i “boykot etme” kararı, Güneydoğu’da anında sokakların cehenneme dönmesine yetti de artı bile… İşte dün hep birlikte gördük; BDP Meclis’e gitmek yerine grup toplantısını Diyarbakır’da yaptı, CHP ise, Meclis’e gidip yemin etmedi.
Demokratik zeminde hak aramak ayrı, Meclis’i kilitleyip, kurulacak yeni hükümeti güç durumda bırakmak ayrı şey…Aklı başında herkes milletvekili seçilme hakkını elde eden kişilerin, Meclis’e gidememelerini şiddetle eleştiriyor; hem de yasal gerekçenin güçlü olmasına karşın……
Dün gün boyu takip ettim; artık derinleşen bir krize dönüşen bu “yemin” meselesi, aşılacak mı, liderler hemen bir araya gelip, hiç olmasa bir ara formül bulacak mı diye……Nafile!
Gün boyunca Ankara’da demeç bombardımanı vardı. Karşısında bir kamera ve mikrofon gören kim olursa olsun açtı ağzını yumdu gözünü.
Suhulet ve sabır karaborsa, şiddet ve öfke işporta tezgahında……
Herkes yumrunu sıkmış, patlatacağı bir yüz arıyor.
Hasılı, diyalog kurmak, konuşmak, tartışmak ve ortak bir nokta aramak yerine hemen kavga ediyoruz.
Ama her yerde……
Ankara kavganın sıklet merkezi o kadar……
Neredeyse hayatın her alanını kuşatan şiddet artık öyle bir boyuta ulaştı ki, devlet “öncelikli sorun” başlığıyla masaya yatırdı. Yol uzun, zaman kısa… Tren kaçmasına kaçmadı belki fakat bu hızla, o trene yetişmenin çok da kolay olmadığı ortada. İşte televizyonların haber bültenleri ve artık üçüncü sayfadan taşıp, gazetelerin ön sayfalarını dolduran şiddet içerikli haberler…
Konunun uzmanı değiliz ama görünen odur ki şiddet, toplumsal cinnetin eşiğine gelip dayandığımızı anlatıyor bize… Eskiden, “psikolojik sorun” kaynaklı olarak takdim edilen ve uzmanların “bireysel” diye açıkladığı şiddet, şimdi gündelik hayatımızın her kademesinde ve artık “sıradan” bir olaymış gibi algılanıyor.
Konuşmak yerine, yumruklaşıyoruz…
Diyalog kurmak yerine, aralık olan kapıları da kapatıyoruz…
Birbirimizi anlamaya çalışmak yerine, birbirimize karşı dilsiz ve görmez oluyoruz….
İşin içyüzü nedir bilmiyoruz; fakat gerekçe her ne olursa olsun bir insanın sokak ortasında yedi sekiz kişi tarafından sopalarla öldüresiye dövülmesini gerektirir mi?
Geldiğimiz nokta artık bu…
Bilek üstünlüğü…
Kaba kuvvet…
Öfke ve nefret…
Ya, etrafımızdaki tüm şartları kendimiz tayin etmek istiyoruz ya da başkalarını kendimize benzetmeye çalışıyoruz…
İlkokulda şiddet…
Evde şiddet…
Kışlada şiddet…
İşyerinde şiddet…
Sporda şiddet…
Sokakta şiddet…
Bir adım ötesi de toplumsal cinnet.
Devletin, “öncelikli sorun” kabul edip, masaya yatırdığı şiddet sorunu, sanıldığı gibi bir avuç uzmanın konferanslarda konuşmasıyla ya da kurumların duvarlarını süsleyecek eğitim içerikli afişlerle çözülemez.
Daha temele inilmeli ve insanları en küçük bir meselede şiddete sevkeden nedenler bulunup ortaya çıkarılmalı…
Birbirine düşman bir toplum gelişiyor.
Siyasetçi meselenin içinden sıyrılıp çıkmak adına işi polise havale ediyor…
Oysa polisin de içinde şiddet sorunu var!
Daha dün İstanbul’da bir polis beylik tabancasını çekip yakınlarına kurşun yağdırdı.
Çünkü polis de bu toplumun bir parçası… O da aynı dış etkene açık ve o da şiddeti tetikleyen nedenlerle yatıp kalkıyor.
Liberal şok dalgası hepimizi iliklerimize kadar sarsıyor.
Televizyondaki diziler de işin bahanesi geçim sıkıntısı da…
Sanki eskiden çok mu daha varlıklıydık, daha mı konforlu konutlarda yaşıyorduk, yoksa çok daha modelli otomobillere mi binebiliyorduk?
Tahammülün yerini öfke aldı…
Her birimizin sinesinde, bizi hayata bağlayan kalp yerine sanki de fitili çekilmiş bir bombanın “çıt çıt ” sesleri vuruyor.
Anne çocuğuna, müdür memuruna, komutan askerine, koca eşine, büyük küçüğüne; hemen her yerde büyük tepelere dönüşen öfke yumakları birikmiş….
Bizi biz yapan değerler erozyona uğradıkça, bizden geriye yalnızca şiddet kalıyor.
Baksanıza öyle kanıksadık, öylesine içselleştirdik ki, şiddet “toplumsal bir gerçek” oluverdi!
Tıpkı mevsimler gibi…
“Bugün kaç kişi öldürüldü, kaç kişi gasp edildi veya kaç bayan tecavüze uğradı?” sorusu, neredeyse Borsa’nın seyri gibi saatlik bülten haline geldi…
Siz, biz hepimiz izliyoruz…
Tehlike sanki bizden çok uzaktaymış gibi…
Oysa, artık postacı değil, şiddet kapıyı çalıyor; hem de bir kere…
Bazen düşünmüyor değilim: AB’li olmanın ön koşulu, Kıbrıs sorunu değil de şiddet midir diye…
Erzurum’da bile mahalle ve okul kavgalarının formatı değişti:
Yumruğun yerini sallama bıçak, sapanın yerini uzun namlulu silahlar aldı.
Şimdi delikanlılığın raconu organize çete kurmaktan geçiyor.
Dönün geriye bir bakın bakalım ki, Erzurum on yıl öncesine göre nerede?
Mehmet ŞENER