Hayat tekrardan ibarettir. Her hayat macerası özelde kendine has, tek ve biricik olduğu halde genel anlamda diğer yaşanmışlık hikâyelerinin bir benzeridir. Doğum ve ölüm çizgisindeki dünya yolculuğu asırlardan beri birbirine yakın bir seyir içinde başlayıp yol almaktadır. Bu itibarla “tarih tekerrürden ibarettir” sözü bir gerçeği ifade eder.
Tarihi, kişisel tarih ve ülkelerin, milletlerin tarihi, dünya tarihi olarak aldığımızda da keyfiyet bu minval üzere yürür. Kişisel tarih ile ülkelerin tarihi birbiriyle iç içedir. Ama “hâfıza-i beşer nisyân ile malûldür”. Yani insan hafızası unutma ile sakattır. Kendi kişisel tarihindeki bazı sayfaları siler. Bu durum hayatı kaldırabilmek, avunmak, teselli bulmak adına belli bir ölçüde gereklidir. Ama ülkelerin tarihi unutulmamalı, unutturulmamalıdır. Tarih şuurunu uyandırmak adına müzecilikten tiyatroya, romandan hatıra kitabına, musikiden sinemaya kadar sanatın ve ilmin bütün şubelerinin seferber olması beklenir. Ancak tarihini yaşatan, millî hafızayı canlı tutan milletler ruhlarını diri tutabilirler.
Şimdi tarihte bir yolculuğa çıkıp, Başımıza Gelenler adlı kitabın yazılmasına vesile olan hadiselere kısaca bir göz atalım :
Almanya, Avusturya ve Rusya “Üçlü İttifak”(1872) adıyla bir protokol imzalarlar. Bu devletlerin teşviki ve yardımıyla Hersek civarında yaşayan Nevesin kazası halkı, Osmanlı idaresinden hoşnut olmadıkları bahanesi ile baş kaldırır. Karadağ eşkiyaları Osmanlı Devleti’ne karşı bir isyan başlatır. Bu ihtilal ateşi ancak iki buçuk sene sonra Ayastefanos Antlaşması’yla son bulur. Fakat bu sefer de Bosna-Hersek, Sırbistan Özerk Prensliği ve Bulgarlar yine aynı İttifak’ın sevkiyle isyan ederler. Kısacası Balkanlar topyekûn bir ateş çemberi içinde kalır. Rumeli bu halde iken Rusya, Kars ve Erzurum merkez olmak üzere Anadolu cephesinde savaş ilan eder. İki farklı noktada aynı zamanda savaşmak mecburiyetinde kalan Osmanlı Devleti kuvvetlerini bölmek durumunda kalır.
Başımıza Gelenler, bu çetin zaman diliminin Anadolu ayağını bütün iniş ve çıkışlarıyla birlikte, birinci elden sıcağı sıcağına nakleder. Bu eser, 93 Harbi de denilen (hicri 1293) 1877- 1878 Osmanlı Rus Harbi’nde Osmanlı ordusu Mühimme Başkatibi olarak savaşa katılan Mehmet Ârif Bey’in kendi görüp yaşadıklarını anlattığı bu hatıra kitabı olmanın yanı sıra bir harp tarihidir.
Mehmet Ârif, savaşın çeşitli safhalarını anlatırken; ordunun sevk ve idaresindeki isabetsiz ve yanlış kararları, yeterli sayıda işinin ehli subayın bulunmayışını, ihtiyaca cevap verecek hazırlıklı ve donanımlı askeri kuvvetlerin yokluğunu büyük bir üzüntüyle dile getirir.
Sıkıntılar bu kadarla da sınırlı değildir. Bu savaş müddetince kişisel zaaf, kusur ve çekişmelerin yarattığı aksaklıklar, askerin kullanacağı binek hayvanlarıyla, erzak ve savaş malzemelerini taşıyacak yük hayvanlarının azlığı, yiyecek ve giyecek yokluğu, kış şartlarında açık arazide barınma imkânlarının güçlüğü, bölgeyle ilgili detaylandırılmış haritaların bulunmayışı, kıta ve ordu birlikleri arasındaki haberleşme ağının iyi kurulamayışı çok büyük zorluklar doğurmuştur.
Ehliyetsizlik, adam kayırmacılık, zamanında doğru karar alıp uygulama konusunda acz göstermek, kişisel rahat ve menfaati ülke menfaatleri üzerinde görmek, küçük hesaplar peşinde koşmak ile yurdun geneline hakim diyebileceğimiz eğitimsizlik milletimize çok acı bedeller ödetmiştir. Meselâ bizim askerimiz kendi toprağında önündeki dağın arkasındaki arazi hakkında hiç bir fikir sahibi değilken, Rus ordusu yabancısı olduğu bir bölgeyi avucunun içi gibi bilir ve ona göre vaziyet alır. Zira vaktiyle Erzurum’daki Rus konsolusu zaman zaman makamından uzaklaşmış, araziye çıkmış; bölgenin topoğrafya haritasını çıkarmıştır. O sebepten Ruslar, nerede nasıl bir coğrafya ile karşılaşacaklarını çok iyi bilerek hareket ederler.
Devletin elinde yeterli mali imkânların bulunmayışı hususu ise bir çok problemin ana kaynağını teşkil etmektedir.
Bu eserde sosyal tarih, askeri tarih ve savaş psikolojisi bir arada verilir. Mehmet Ârif, mesafeli bir gözlemci tavrıyla değil de, vatan sever bir bilge kimliği içinden konuşur. Hadiseleri çok yönlü olarak muhakeme eder. Okuyucuda taraf tutmadığı izlenimini uyandırır. Eleştirileri ve yorumlarında düzeltmek amacıyla yanlışı göstermeyi hedef alır. Ayrıca bu kitap, ibret dersi vermek suretiyle gelecek nesilleri şekillendirmek isteyen didaktik bir tavır ihtiva eder.
Mehmet Ârif, Rus ordusunun sevk ve idaresindeki nizamı, her türlü ihtimale karşı tedbirini almış ve iyi hazırlanmış donanımlı halini gıpta ile anlatır. Düşman konumunda da olsa onun her şartta işini sıkı tutan yanını övmekten, bu ülke askerlerinin savaş anındaki kahramanca mücadelelerini takdir etmekten geri durmaz. Diğer Avrupa ülkeleri ile Osmanlı Devleti’ni sık sık karşılaştırır. Aleyhimizde hükümler vermek zorunda kaldığında da hayıflanır.
Biz bu yazımıza ordunun o günkü halini daha iyi anlayabilmek için Anadolu orduları kumandanı merhum Ahmet Muhtar Paşa’nın İstanbul’daki Seraskerlik Makamı’na (o devrin Millî Savunma Bakanlığı) harp esnasında çektiği telgraflardan birkaç örnek cümle almayı uygun bulduk.
- Seraskerlik Makamı’na … Bu bölgede toplanmış askerin günlük idaresi bulunulan yerin mahsulatına bağlı gibi kaldı. Gerek nakil araçlarının azlığı ve gerek akçesizlikten dolayı arkamızdan erzak yetişememekte ve yetişebilen de mevcut kuvvete oranla hiç hükmünde kalmaktadır. 22 Ağustos 1877, Ahmet Muhtar ( Başımıza Gelenler 2006, 311)
- Seraskerlik Makamı’na .. Yoksa askerin muhtaç olduğu pantolun, setre ve çamaşır gibi şeyler mutlaka payitahtın (başkentin, İstanbul’un) yardımlarına bağlıdır… Bu yüzden geçen günkü başarılı harbi aç olarak yaptık. Zaferden sonra elimize güç bela yarımşar kıyye peksimet vardı. Eksilen top ve tüfek cephanemizi bugün hala ikmal edemedik. Arada bir gönderilen akçenin daima defalarca istirham olunduktan sonra vakitsiz ve intizamsız olarak gelmesi güveni sarsıyor. Burada havaların kararsızlığı şöyle dursun, mevsimin yaklaşması nedeniyle birdenbire kışa dönerek yolların kapanması ihtimali her gün zihinleri meşgul etmektedir. 27 Ağustos 1877, Ahmet Muhtar (Başımıza Gelenler 2006, 314)
- Seraskerlik Makamı’na ….Alınan yazı ve telgraflarda oradaki ordunun da, buradaki gibi çarıksız ve çoğu askerin yalın ayak ve bazılarının çıplak oldukları Van ve Erzurum’dan gelen erzakın günü gününe alınamadığı bildiriliyor. …Yalın ayak askerin sağlıklı olması ve hareket edebilmesi mümkün değildir. .. Acele bir çare bulunur ümidiyle keyfiyet arz olundu.” 13 Eylül sene 1293 Ahmet Muhtar, (Başımıza Gelenler 2006, 327-328)
- Seraskerlik Makamı’na…Düzenli asker, yardımcı süvari ve topçuların bir kısmına şimdiye kadar arpa bulunup verilmemişse de mevsim ve zaman müsait olduğundan, dağlardaki ve kırlardaki ot ile ölmeyecek kadar idare olunuyordu. Mevsim şartlarından şimdi ortada ot kalmamıştır. 15 Eylül sene 1877, Ahmet Muhtar (Başımıza Gelenler 2006, 336)
- Seraskerlik Makamı’na… Çünkü bundan en fazla bir buçuk veya iki ay geçerse kış yolları kapayacağından nakliyat imkânı bulunmayacağı malumunuzdur. Şimdi günlük idaremizi tedarikten âciz olduğumuz ve hele süvari ve topçu hayvanlarımız arpasız ve zayıf bulundukları halde, kışın işin nereye varacağı ve idarenin ne suretle yoluna konacağı bilinemiyor. 15 Eylül 1877, Ahmet Muhtar, (Başımıza Gelenler 2006, 337)
Aç açıkta ve çıplak savaşan ordumuz buna rağmen bu savaşta kayda değer başarılara imza atmıştır. Bu bağlamda Mehmet Ârif askerimizle ilgili olarak şöyle bir değerlendirme yapar :
“Türk askeri dünyanın birinci sınıf askerlerindendir. Ama baş ucunda adam olur ve bütün subayları kanun ve kural ile yetiştirilirse.” (Başımıza Gelenler 2006, 111) Bizim askerimiz hakikaten kanaatkâr, cesur ve itaatlidirler. Bütün dünya bu hakikati teslim ettiği gibi bizzat düşmanlarımız bile itiraf ederler. ( Başımıza Gelenler 2006, 330)
O asker, bugün de aynı askerdir. Bu vesile ile Güneydoğu’da şehit olan asker ve polislerimizi saygıyla anar, bizlere haklarını helâl etmelerini diler, hepsine Allah’tan rahmet niyaz ederiz.
Belkıs Altuniş Gürsoy