Geçtiğimiz haftaya hiç şüphesiz terör ve dolayısıyla Güneydoğu’dan ardı ardına gelen şehit haberleri vurdu damgasını.
Önce Güroymak’tan geldi kara haber.
Hani şu “Norşen” denilen, Bitlis’in Güroymak İlçesi’nden!
Hatırladınız Norşen’i değil mi?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, 8 Ağustos 2009 tarihinde “Norşen” deyip de bir anda ülke gündemini sarstığı Güroymak’tan bahsediyorum.
Son gelen kara haberin ilk adresi orasıydı.
***
Hainlerin uzaktan kumandalı bombayı patlatmaları sonucu 5 polisimiz şehit olmuş, yoldan geçen 3 masum vatandaşımız da bu alçak saldırı sonrasında hayatlarını kaybetmişti.
Daha “ne oluyor” deyip, üzülmeye fırsat bile bulamadan, bu kez Hakkari’den gelen bir başka haber ile yıkıldık adeta.
Hakkari’nin 8 ayrı noktasına saldırı düzenleyen bölücü eşkıya, 24 vatan evladının daha kanına girmişti.
***
O gün resmen “donduk”, iliklerimize kadar titredik.
İlk başta yağan kar hem şaşırttı, hem üşüttü bizi.
Çünkü, alışık olduğumuz tarihten çok önce yağmıştı.
En az 15 gün önce hem de.
Hatta geçen yıla oranlarsanız, değil 15, “Kış bu yıl Erzurum’a 2 ay erken geldi” bile diyebilirsiniz.
Hatırlayın, geçtiğimiz yıl kar yağmamış, havalar sıcak gitmiş, dolayısıyla Dünya Üniversiteler Kış Oyunları öncesinde kar duasına bile çıkar olmuştuk.
***
Bir gariplik vardı ya, “Allah hayırlara getirsin” diyemeden çıktı gariplik ortaya.
Her tarafı beyaza bürüyen kar’ın şaşkınlığını üzerimizden atamadan, televizyon ekranlarından yükselen ve uyku sersemliği içinde olan bizlerin yüzüne tokat gibi inen “Hakkari’nin Çukurca İlçesi’nde 24 askerimiz bölücü hainler tarafından şehit edildi” haberi kar’dan beter üşüttü bizi, titretti, sarstı ve ağlattı.
***
İnanılır gibi değildi. Ülke 2 günde tam 32 vatan evladını bir çırpıda kaybetmişti.
Tamam, kabul bu savaş değildi belki ama, kayıplar savaşı aratmayacak kadar büyük ve bir o kadar da can yakıcıydı.
İçimiz yanıyor, ciğerimiz kavruluyordu.
***
Hakkari’de şehit edilen 24 askerimizden birisinin Erzurumlu Mesut Kazanç olduğu açıklandığında, eski adı Kevgiri olan Konaklı’dan yükseldi feryat.
Sonrasında yaşanılanlar malum.
Cuma günü Lalapaşa Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrasında köyüne, Konaklı’ya götürüldü Mesut Kazanç ve toprağa, ebedi yatağına yatırıldı.
Allah rahmet etsin, ailesine, anasına, babasına, kardeşlerine ve sevenlerine sabır versin.
***
Erzurumlu, birlik ve beraberlik adına hoş bir görüntü ve sergiledi cuma günü.
Yakutiye Meydanı’nı ve Cumhuriyet Caddesi’ni dolduran kadını – erkeği, genci – yaşlısı ile binlerce insan, tek yürek oldu, hem şehidine sahip çıktı, hem hainlere gereken mesajı dadaşın vakarına yakışır biçimde verdi ve hem de devletinin yanında olduğunu bir kez daha serdi gözler önüne.
***
Açıkcası zor birkaç gün yaşandı Erzurum’da…
Hemen her terör olayı sonrasında “hedef” haline gelen ya da getirilen Mahallebaşı’na yönelik yine bir eylem olabilirdi mesela.
Ya da duygusal bir atmosferde bulunan vatandaşın arasına karışan provokatörler, insanımızı tahrik edip, başka hedeflere de yönlendirebilirdi.
***
Hatta bir ara böyle de oldu nitekim.
Son derece “sinsice” ve de “hain” bi şekilde fitil ateşlenmek istendi, “Erzurum’da BDP İl Binası yakıldı” haberleri fısıldandı kulaklara.
Bu uyduruk haberi de, hiç önüne – ardına bakmaksızın yayınladı bazı televizyon kanalları.
Altyazılar geçildi, “son dakika” anonsuyla dikkatler çekildi hiç olmamış, yaşanmamış olaya!
***
Gelişme önemliydi zira.
Şehidine ağlayan Erzurum’da bir grup vatandaş, Mesut’un acısını BDP’lilerden çıkartmak istemiş, gitmiş Mahallebaşı’na ve parti binasını kundaklamış!
Daha bundan çarpıcı bir haber olabilir miydi? Hem de sinirlerin gerildiği, yüzlerin asıldığı, çoğu insanın gözyaşı döktüğü böylesi bir atmosferde!
***
Böyle bir şey yoktu oysa.
Ne yakma vardı ve ne de Mahallebaşı’na yönelme
Ha, belki bir grup teşebbüs etmişti buna. Ancak, iikna edilmiş ve caydırılmıştı sonuçta.
Tatsızlık yaşanmamıştı yani.
Pekii neydi bu “yalan haberi” yaymadaki amaç.
Tabi ki, tahrik. Başka ne olabilirdi ki?
Yalan yaz, yalan söyle ve ne yaptığından habersiz öfke selini bilerek, isteyerek yönlendir Mahallebaşı’na!
***
Öyle ya, hele o öfkeli grup Mahallebaşı’na bi gitsin, gerisi kolaydı!
Bereket polis önlemini almış, en azından Mahallebaşı’na giden yolları tıkamıştı.
***
Ha diyelim ki, binlerce insan birden Mahallebaşı’na yöneldi!
Ne olurdu, yeterli gelir miydi alınan önlemler, burasını bilemem elbet…
Ama hoş bir manzara ile karşılaşılmayacağı da kesindi.
***
Şükür ki, Erzurum’a o zor günlerde sağduyu hakim oldu.
Kimse taşkınlık yapmadı, bi tarafı kırmadı, dökmedi, zarar vermedi çevreye.
En demokratik haklardan birisi, son derece medenice kullanıldı, Erzurumlu bi yandan şehidinin acısını yaşarken, diğer yandan da devletinin yanında olduğu görüntüsü ve mesajını verdi bi yerlere.
***
Olaylar, kanın akması, askerlerimizin, polislerimizin ocaklarına düşen ateş elbet çok acı ve can yakıcıydı.
Ama bu olaylar sonrasında yaşanılanlar da bir o kadar da çarpıcı ve göz alıcıydı.
Mesela Erzurum!
Meydanlar milimi milimine doldu, arş inim inim inledi.
***
Buydu işte Erzurum. Ülke meseleleri karşısında hassas, bir o kadar da metanetli ve vakarlı.
Dadaşın duruşu da aslında böyleydi zaten.
Unutulanı hatırlamış, silkinmiş ve kendimize gelmiştik bi parça.
Memleketimle, dadaşımla gurur duydum açıkçası.
***
Cuma günü kaç bin kişi toplanmıştı Lalapaşa’nın çevresine?
Biz “50 bin” dedik de, acaba önemli miydi sayı?
***
Bence önemliydi.
Terörü kınama ve teröriste lanet yağdırma adına 50 bin insan da dökülmeli sokağa, 100 bin insan da.
Yeter artık, Allah için yeter!
Akan kanının durması lazım. Fidanlarımızın birer birer yıkılması, kahrediyor hepimizi.
***
Bakın çoğu insanın kulağı her gün Güneydoğu’da. Hele oğlu, kardeşi, babası, amcası, dayısı asker ya da polis olanların sadece kulağı değil, tüm duyuları o bölgeye yönlenmiş durumda.
Bi çatışma haberi gelmeye, bi şehit haberi duyulmaya görsün. Anında kulak kesiliyor herkes, kalpler küt küt atmaya başlıyor endişeden…
“Ya şehit olan veya yaralanan benim evladım ise!”
***
Sebep bu.
Böylesi bir tedirginlik ve endişenin oluşturduğu strese tahammül etmek mümkün mü?
Haber gelene kadar herkes diken üstünde.
“Ya bizimkine bişey olduysa!”
***
Bu tedirginlik, yiyip bitiriyor insanları.
Sonuçta geliyor haber ve büyük kesim “oh” derken, başka yerden “ah” diye bir feryat yükseliyor doğal olarak.
Ateş düştüğü yeri yakarken, canhıraş feryatlar arşı sarsmaya başlıyor.
Analar ağlıyor, babalar hıçkırıklara boğuluyor ve gözyaşı seli yaşanıyor şehit yuvalarında.
***
Demin sormuştum, tekrar edeyim istiyorum:
Daha nereye kadar tahammül ve daha ne kadar sabır!
“Ver kurtul mu, al, kurtar mı?”
Yani kırk katır mı, kırk satır mı?
***
Türkiye Cumhuriyeti Devleti sanırım bu sorunun cevabı vermiş, kararlılığını da koymuştur orta yere.
10 bin kırmızı berelinin sınırı geçmesi ve Irak’a girmesi, bu kararlılığın göstergesi gibi geliyor bana.
İnşallah öyle olur, olmalı da.
Operasyon sonrası gelen haberler “eh” dedirten cinsten.
***
İlk gün 49 çapulcu temizlenmişti.
Sayı daha da artacaktır.
Artmalı da!
Bir’e on!
Ahmet Altan ve onun gibi düşünen, onun gibi yazan ve onun gibi, sözde demokratlık adına ülkenin temelini oyan haspalara inat.
Böyle diner acımız!
Nil Hanım’ın inadı
Bugün Dadaş Film Festivali’nin 6’ncısı başlıyor.
Bu kadar stresin arasından sıyrılarak ortaya çıkan bir güzellik.
Siz festivale “çöldeki vaha gibi” deyin, ben de “kardelen”e benzeteyim güzelliği yaşatanları.
***
Kardelen!
Cesur bir çiçek.
“Bitmez” sanılan kışa meydan okurcasına kafasını kar yığınlarının arasından çıkartıp, insanlara o soğuk günlerde heyecan veren kardelenleri, umut aşılayan yanıyla çok sever ve bir o kadar da takdir ederken, “imrenirim” aynı zamanda.
Böyle bakıyorum Nil Hanım’a…
Erzurum’un kardeleni gibi. Yılmaz, azimli ve mücadeleci.
***
Dadaş Film Festivali’nde bu yıl Gürcistan filmleri ağırlıklı olarak öne çıkacak ve ayrıca “kadına şiddet” olayına dikkati çekme adına da adımlar atılacak.
Mesela halk jürisi bu yıl kadınlardan oluşturulmuş. 9 kadın, filmlerin halk adına seçicisi ve beğenicisi olacak.
Güzel bir uygulama, ders verir cinsten.
***
Dikkat ediyor musunuz bilemem de…
Erzurum’un adını duyurduğu tek festival bu.
Elin oğlu, kızı her fırsatı değerlendiriyor, festivaller düzenliyor, etkinlikler yapıyor.
Biz de yapardık eskiden. Çermik Festivali olurdu mesela Pasinler’de. Ya da Kar Festivali adımını atmıştı İbrahim Erkal.
Sahip çıkmadık garibime, küstürdük, böyle bir adımı attığına, atacağına pişman ettik kendisini.
O da sanatçı hassasiyetiyle verdi cevabı:
Dostuna uzak şehir!
***
Şimdi sırada Nil Gürpınar var!
Nil Hanım, Erzurum’un sanatsal yönünü, kültürünü, güzelliklerini tanıtma adına müthiş gayretli.
Geçen yıl Türkan Şoray’ı getirmişti Erzurum’a. Ondan önce de Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Selda Alkor ve daha nicelerini.
***
Yani Türk Sineması’nın ne kadar ünlü ismi varsa hepsini Erzurum’a taşıyan o.
Marka isimler, doğal olarak beraberlerinde yığınla gazeteciyi sürüklüyor buralara.
Tanıtımsa işte böyle oluyor yani. Yoksa siz kendi kendinize o kadar gelin, güvey olun ki…
Eğer Türkan Şoray’ınız, Hülya’nız, Fatma’nız yoksa, kimin umuruna.
Ne gelen, kapınızı çalan olur doğru düzgün, ne sizi anlatan ve ne de tanıtan!
***
Hani belki küçümseyenler olabilir yapılanıları.
O kafalara derim ki, bırakın Türkan Şoray’ı, Fatma Girik’i, Hülya Koçyiğt’i…
Bakın bu yıl da Filiz Akın ile Cüneyt Arkın geliyor Erzurum’a.
Yine Nil Gürpınar sayesinde.
***
Haydi aldım bu marka isimleri bir kenera.
Göreyim sizi ey burnundan kıl aldırmayan Nemrutlar!
Gidin siz de bi figüran getirin ve mesela “kartol festivali” düzenleyin, bakalım becerebilir misiniz, “ufkunuz” yeter mi buna!
Burada ister istemez bir soru geliyor akla:
“Güç” mü, “ufuk” mu?
Bence önemli olanı elbette güç!
Yalnız ufuk olmadıktan, iki adım önünü göremedikten sonra…
Kaddafi olsan da bi anlam ifade etmiyor…
Sonuçta atıyorlar seni lağım çukuruna.
Öztürk AKKÖK