Vakitler içinde zor bir vakit, dar bir vakitti. Zamanın ibresi 13. yüzyılı işaret ediyordu.
Güzelim Anadolu alabildiğine mahzun, alabildiğine yoksuldu.
Toprak çoraktı, toprak kurak. İnsan ise öylesine bitik, öylesine yitik.
Bu iller nice zaman vardı ki, yağmura hasret kalmıştı. Nice zaman vardı ki, toprağın susuzluktan bağrı yarılmış, dudakları çatlamıştı.
Kuraklık aman vermiyor, rahmet bir türlü inmiyordu. Kuraklık kıtlık demekti, kuraklık açlık.
Kaç zamandır haneler aşsız, ocaklar dumansız, dertliler dermansızdı.
Canım Anadolu takatsizdi.
Babai İsyanları memleketi bir yangın gibi dört bir taraftan sarmış, alevler büyüdükçe büyümüştü. Bu isyanlarla mücadele eden, bu isyanları bastıran Anadolu Selçukluları güçten kuvvetten kesilmişti. Zaten nice zamandır Haçlı Seferleri denilen yaman düşman silsilelerinden biriyle vuruşup, diğerine yetişmişti. Nice zamandır bu sel gibi bentleri yara yara gelen mahşerî ordular karşısında kanından, canından, malından olmuş, bitap düşmüştü.
“Kurt dumanlı günü sever”di. Düşman da zayıf zamanı.
Moğollar fırsatı ganimet bildiler.
Moğol atlıları yıldırım gibi indiler, dehşet saça saça oluk oluk aktılar, aktılar.
“Moğolun bastığı yerde ot bitmez” diyen eskilerin söyledikleri buydu demek ki; Moğol ordu değil kasırga, Moğol afat, Moğol tufandı.
Akşamdan sabaha ermek, günü sağ salim devirmek artık şansa kalmıştı. Yıkılmamış bir dam altı bulmak da. “Yer demir gök bakır” olmuş, alına kara yazılmış, kısmete bu düşmüştü.
Zulüm üstüne zulüm, azap üstüne azap.
Kıtlık vurdu, Haçlı dövdü, Moğol ezdi ezmesine ya, bunların üstüne salgın hastalıklar tuz biber ekti.
Devranın hükmü buydu, zamanın ahdi bu. Kıyımla kırım el ele vermiş, önüne kattığını silip süpürmüştü.
Dost bî- pervâ, felek bî-rahm, devrân bî-sükûn
Dert çok, hem-dert yok, düşman kavî, tâli’ zebûn.
Beytindeki anlam tecelli etmiş, Anadolu baştan başa kahır ile kuşatılmıştı.
“Kara gün kararıp kalmaz” derlerdi büyükler. Öyle de oldu. Bütün çarelerin tükenir gibi göründüğü, ümitlerin kaybolduğu o yerde Ahmet Yesevi’nin Türkistan’da yaktığı ateşin çerağlarından Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus gibi gönül erleri imdada yetişti.
Bu topraklar böğründen nice Yunuslar çıkarmış, nice Yunuslar dünyayı bir sevgi nefesi bir dostluk sesi, bir barış felsefesi ile dolaşmıştı. Tarih bunun şahidiydi.
Bu ulu canlardan Yunus, yoksul bir köylü çocuğuydu. O’nun Eskişehir’in Sarıköy’ünde, Karaman’da, Erzurum’un Tuzcu köyünde, Aksaray’da ve daha birçok yerde doğduğu iddia edilirdi. Bir hayli de mezarı vardı. Aklen böyle bir şey kabil değildi. Ama varsın olsundu, o hepimizindi, o bizdi, bizdendi.
İçimizdeki ismi konmamış güzelin, güç yetirilemiyen iyiyin, saklı insanlık cevherinin adıydı o. Yüreğimizdeki idealin, aşkın adıydı.
Anadolu bu kutlu nefesi, “ete kemiğe bürünüp Yunus diye görünen” bu Allah dostunu tez zamanda sevip bağrına bastı. Artık mısraları dilden dile, köyden köye dolaşıyor, ulaştığı her yeri serin bir pınarmışcasına yıkıyordu. O, yolu yoluna düşenleri, yolu dörtlükleriyle tanışanları yeni bir şevkle uyandırıyordu. Dış şartların verimsizliğine, tarihî coğrafyanın kısırlığına mukabil insanların gönlünde vahalar yeşertiyor, ruhları türlü türlü zenginliklerle beziyordu. Öfkenin karartığı, intikamın yaktığı bağırları yumuşatıyor, yumuşatıyordu. Düşmanlığı tırmandırmanın, hiddeti şiddeti kabartmanın kimseye bir faydası yoktu. Öfke önce sahibini yakardı. Sevgi de önce taşıyanı taçlandırırdı.
Yunus, bu yaklaşımı ile karamsarlığın sınır tanımadığı, hayatın nefessiz bıraktığı bezmiş, usanmış, kanı çekilmiş insanlara yeni bir diriliş kazandırıyordu. Yüreklerin pasını siliyor, omuzlardaki yükün ağırlığını hafifletiyordu. O, kaderdaşlarının üzerine çökmüş siyah bulutları dağıtıyor, hazin hayat tablolarını ışıklandırıyordu.
Yunus, çilekeş milletine zora dayanma gücü, mücadele kudreti, ayakta kalma direnci sağlıyordu.
Onun sesi; beşerin her daim muhtaç olduğu evrensel bir sesti. Zaman ve mekân üstüydü. Hele günümüzde yeryüzünün her anlamda kaynadığı bu devirde Yunuslayın söylemlere, bakış açılarına, siyasi erklere her zamandan fazla muhtaç olduğumuz gerçeği ortadadır.
Kinle, öfkeyle, nefretle bilenmiş; iktidar, güç ve servet hırsıyla beslenmiş bir çağın başıboş ve sorumsuz gidişine, maddi endişe dışında hiçbir değer taşımayan kör ve sağır yol alışına karşı Yunus, her dem taze ve her dem diridir. Bu itibarla ne kadar yazılsa, ne kadar söylense, hayatın, sanatın içine ne kadar yedirilse, ne kadar gündemde tutulsa yaraşır.
Hepimizin ondan gıdalanmaya, ondan nemalanmaya ihtiyacımız var. O, saf sevginin diliyle konuşur, bize de birbirimizi, herkesi ve her şeyi sevmeyi öğütler.
Değil mi ki, bütün yaratılmış Yaradan’ın eseridir. O’ndan bir iz, bir nişandır. O halde Yaradan’a hürmeten O’nun eserine hem sevgi göstermek hem de saygı duymak beklenir.
Bu sevgi halkasına başta insan olmak üzere canlı cansız bütün varlıklar girer.
Bu yaklaşım; iyi niyetle bakmaya, baktığında iyi olanı yakalamaya, kusuru, hatayı hoş görmeye, günahları affetmeye imkân tanır.
Elindekinden, ilminden, sanatından, emeğinden başkalarını da faydalandırmaya, zayıfa, muhtaca el uzatmaya, düşmüşü tutup kaldırmaya sevk eder.
Yunus’ta bu sevgi söylemi aynı zamanda bir sevgi eylemine dönüşmektedir. Garazsız ivazsız samimi bir sevgi; şefkati, merhameti, sabrı, tahammülü, fedakârlığı, yardımlaşmayı da beraberinde getirir.
Sevgi, mutluluğun almada değil; vermede olduğunu öğretir.
Sevgi, aksiyon doğurur. İnsanı harekete geçirir. Hamle gücü sağlar. Aşkla şevkle üretmeye, gayretle işine dört elle sarılmaya götürür.
Kendisinden hayır umulan ve hayır bulunan insan olmak konusunda yönlendirir.
Bu dünya görüşü varlığın esas gayesi bulunan “güzel ahlâk”lı olmaya zemin hazırlar.
Belkıs Altuniş Gürsoy