Ahi teşkilatı bizim geleneksel kültürümüzün önemli yapı taşlarından biridir. Bir kurum geçmişte hem bir kişilik ve mesleki eğitim okulu, hem de bir sosyal dayanışma ve paylaşma ocağı olarak vazife görmüştür. Bu teşkilat; yüz yıllar boyunca Türk kültür, sanat, zenaat, ticaret, ve askerlik hayatında önemli roller oynamıştır.
Bu teşkilatın başlangıcının Hz.Muhammed zamanına kadar uzandığı söylenir.
Büyük göç dalgalarıyla Küçük Asya’ya gelerek, bu toprakları yurt tutan Türkmenler hem ekonomik bakımdan güçlenmek, hem de Bizans’a ve Moğollara karşı vatanlarını savunmak adına İslamî Fütüvvet teşkilatının bir devamı sayılan Ahilik teşkilatını kurarlar. Bu teşkilâtın Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen mutasavvıflardan Ahi Evran tarafından kurulduğu kabul edilir. Debbağlık (=dericilik) mesleğini icra eden Ahi Evran, teşkilat üyelerine evvelemirde “elin, sofran ve kapın açık, dilin, gözün ve belin bağlı olsun”şeklinde özetlenebilecek altı maddelik bir hayat disiplini kazandırmaya çalışır. Her esnaf ve işci grubu ayrı bir pire bağlıdır. Bu yapılanma içinde avcılar ve cellatlar (can aldıkları için) hariç bütün meslek gruplarının farklı üniteler halinde teşkilatlanması söz konusudur.
Mesleki bilgi ve beceri bir çeşit laboratuvar sayılacak tabi ortam içinde hem teorik ve hem de pratik olarak kazanılırdı. Bugün için de en etkili öğrenme metotlarından biri olan “yaparken öğrenme”, “sahada uygulama yaparak ehliyet elde etme” tarzı geçerlilikteydi.
Elemanlarını yamak,çırak, kalfa, usta gibi isimler altında kademelendiren bir iş yerinde sıkı bir hiyerarşik nizam hakimdi. Öncelikle on yaş altındaki erkek çocuklar bir esnafın yanına yamak olarak verilirdi. İki yıl parasız ve kesintisiz yamaklık edenler çıraklığa yükselirdi. Yamaklar ve çıraklar bir yandan mesleki eğitim alırken, bir yandan da dinî, kültürel ve sosyal anlamda bilgi kazanır, yeme içme, oturup kalkma, söz söyleme âdâbını öğrenirlerdi. Okuma yazma ve temel bilgileri öğrenen bu çocuklardan kabiliyetli ve hevesli olanlar ayrılarak medreseye gönderilirdi. Çıraklar, üç yıl süren bir devreden sonra uygun görülürse kalfalığa terfi ederlerdi. (Bazı mesleklerde çıraklık süresi uzundu. Mesela kuyumculukta yirmi yıldı.) Çırak, meslekte ilerlemiş bir ustayı kendisine “Ata Ahi” olarak seçerdi.. Bir kalfanın en az üç çırak yetiştirmesi şartı aranırdı. Usta olmak için çıraklık ve kalfalık basamaklarını başarı ile tamamlamak, hâl ve gidişi ile etrafının takdirini kazanmak ve alanında bir ilke imza atmak gerekliydi. Bu şartların yerine getirilmesine ilaveten o mesleğin o bölgedeki bir mensubunun teklif etmesiyle birlikte peştemal (şedd) kuşatma töreni yapılırdı.. Kalfalıktan ustalığa geçecek adayın ürettikleri kontrol edilir, büyüklerin (yiğitbaşı ve ustalar) görüşleri alındıktan sonra kuşak bağlanır, şerbet içilirdi. O kimseye bu suretle iş yeri açma hakkı tanınırdı. Usta olan kimse kendi haklarını ve tüketici haklarını korumayı, sağlam ve standart mal üretmeyi, arz ve talep dengelerini gözetmeyi bilirdi.
Peştemal Bağlama uygulamasının ahlaki bir temeli vardı. Bu prensipler nefis terbiyesi kazanma, kendisini aşma mahiyetindeydi. Bu ilkeleri şöyle sıralıyabiliriz :
Cimrilik kapısını bağlamak, lütuf kapısını açmak,
Kahır ve zulüm kapısını bağlamak, hilm (=yumuşaklık) ve mülâyemet (=uyumlu ve yumuşak olma) kapısını açmak,
Hırs kapısını bağlamak, kanaat ve rıza kapısını açmak,
Tokluk ve lezzet kapısını bağlamak, riyazet (=nefsi kırma, kanaatle yaşama) kapısını açmak,
Halktan yana kapısını bağlamak, Hak’tan yana kapısını açmak,
Herze ve hezeyan kapısını bağlamak, marifet Kapısını [1] açmak,
Yalan kapısını bağlamak, doğruluk kapısını açmak.
Gündüzleri çalışan esnaf grupları geceleri sık sık bir araya gelerek Muhammediyye,
Ahmediyye, Battalgazi Destanı, Hamzaname, Cenkname, Gazavetname gibi kitapları okur, sohbet ederlerdi.
Teşkilat, peştemal bağlayarak, dükkân açmaya hak kazanan ama sermayesi olmayan bir kimseye iş yeri açmak imkânı verirdi. Ayrıca yaşlılık, hastalık, malullük, sel, yangın, deprem gibi durumlarda teşkilat üyelerine “Orta Sandığı” denilen yardımlaşma sandığından destek sağlanırdı.
Bir ustanın imal ettiği bir ürünün belirlenen standartların altında, kalitesiz veya bozuk olarak üretilmesi veya takdir edilen fiyatın üstünde satılması suç sayılırdı. Zira her türlü ürünün fiyatı, mesleğin bağlı olduğu Ahi birliğince düzenlenirdi. Her ürünün maliyeti, işlenişi, satışı inceden inceye kurallara bağlanmıştı. Kusurlu bir durum söz konusu olduğunda yiğit başı devreye girerdi. Yiğit başı ceza verilecek esnafın dükkânına gider, diğer esnaf ve halkın önünde bu iş yerini kapatırdı. Dükkân sahibinin sağ ayağından pabucunu alarak, dama atardı. (Pabucunu dama atmak deyimi bu uygulama ile ilgilidir.) Pabucu dama atılan esnaf birlikten çıkarılırdı. Ayrıca bu ceza bilhassa duyurulurdu. Böyle bir muameleye uğrayan kimse teşkilat tarafından affedilinceye kadar hiç bir yerde çalışamazdı.
Ahi teşkilatı esnafla birlikte hareket eden, esnafa yön veren, müderris, kadı gibi entellektüellerle de daimi bir alışveriş içinde olurdu.
Bu teşkilat, sanat, zenaat ve ticaret erbabı olmanın yanısıra Anadolu’nun ve Balkanların Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında önemli görevler ifa etmiştir. Fethedilecek topraklara ordudan evvel Ahi birlikleri giderek o yerlerde zaviyeler kurar, halkın arasına karışır, güzergahlar üzerindeki kilit noktalarına yerleşirdi. Bu sistemli faaliyet, o toprakların fethi için uygun sosyal zemini hazırlama, o bölge hakkında her türlü bilgiyi toplayarak gerekli adreslere ulaştırma, kaleyi içeriden fethetme çabasıydı. Bu birlikler gittikleri yerlerde kale, sur, köprü imar ederlerdi. Sefer halinde ise ordunun her türlü ihtiyacını karşılar, eksiğini tamamlar, gerektiğinde de milis kuvvetleri olarak bizzat savaşlara katılırlardı. Osmanlı Devleti kurulduktan sonra Ahi Teşkilatı’nın adı Lonca Teşkilatı olarak değişmiştir.
Ahilik sistemi, bir iktisadi yapılanma, bir meslek teşkilatı olmakla beraber, öncelikle insanı kemale erdirme, ferde ve cemiyete kıvam buldurma gayesi taşır.
Bu sistemde hakim bakış açısı; gözü kararmış bir şekilde çok kazanma, nasıl ve ne yolla olursa olsun dünyalık elde etme hırsı yerine helâlinden kazanmak, dürüst ve güvenilir olmak şeklinde tezahür eder.
Günümüz iktisadi hayatı; reklam ve pazarlama ile körüklenen acımasız bir rekabet ortamı ve tüketim çılgınlığı doğurmuştur. Bu kör yarış; beşerî hırs ve zaaafları en üst noktada bileyerek, çoğu yerde ahlaki ilkeleri göz ardı etmiştir. Dünyanın mihveri insan, bu amansız koşuda arada kaynamış, insani değerlerinden taviz vermek mecburiyetinde bırakılmıştır.
Ahlaki bir temele oturmamış bir ticari hayat, bir kazanç ortamı ne insana, ne de dünyaya hiç bir mutluluk vadedemez. Bu itibarla, hilesiz, hurdasız iş üretme, alın teri göz nuru dökerek doğru yoldan kazanma kavramlarının eğitim kurumları, sanat ve medya vasıtasıyla her fırsatta işlenmesi, gündemde ve sıcak tutulması beklenir.
Belkıs Altuniş Gürsoy