28 Şubat Süreci’nde kimileri bankaları soyar, kimileri de devleti dolandırırdı. O günlerde, bu soygunu gören vicdan sahibi bir kimse yüksek sesle itiraz edince, hemen önce malum medyadan, ardından da malum çevrel
Sen çırpın dur… Hatta “Yahu etmeyin eylemeyin, benim ne Atatürk’le, ne de laiklikle bir sorunum yok. Ben sadece ülkeyi talan eden hırsızları söylüyorum” de…
Nafile bir çaba!
Kurt, kuzuyu yemeyi kafaya koşmuş bir kere…
Aradan on beş yıl geçti. Türkiye, pek çok alanda müthiş mesafeler aldı. Kabul edelim ki, Batı iktisadi krizlerle boğuşup dururken ve de bir zamanlar Çetin Altan gibi ustaların ha bire Türkiye’ye örnek verip durduğu Yunanistan çuvallarken, ülkemiz en azından ayakları üzerinde durmayı başardı ve kimseye birkaç dolar için muhtaç olmadı.
Başka başarılar bir yana, sırf bu tablo için bile mevcut hükümete şükran duymalıyız.
Lakin bu, mevcut hükümetin attığı her adımı, aldığı her kararı kutsayacağımız anlamına gelmemeli…
Özellikle de hukuk noktasında.
İlk defa duyduğumdan mıdır nedir bilmiyorum, ama söz öylesine çarpıcı, öylesine hayatın içinden ki, tekrarlamaktan müthiş zevk alıyorum.
O söz, sevgili Peygamberimize ait; yani bir hadis…
“Dinin şerefi adalettir.”
Türkiye nüfusunun yüzde doksanı köylüdür. Kimse kendisine asalet beratı aramaya kalkmasın, her şey ortada: 1930’lu yıllarda ülke nüfusunun yüzde yetmişi kırsalda yaşıyordu. O tarihlerde okur-yazarlık oranı ise, ancak yüzde üç civarındaydı.
Günümüzde ise, tam tersi söz konusu…
Olması gereken de budur.
Türkiye gelişti, zenginleşti ve bunun doğal sonucu olarak da kalkındı.
Bugün; işsizine maaş bağlamış olan, fakir ve fukarasını namerde muhtaç etmeyen bir devletimiz var.
Nasıl olur da bunu yok sayarız.
Ama birileri sırf bu müspet tablodan hareketle, toplumdan her türlü hukuksuzluğa göz yumulmasını beklerse, kusura bakmayın ama bu insan onuruna hakarettir.
Dün Palandöken’in manşetini süsleyen haber, aynı gün içinde tam da beklediğimiz gibi, yaygın medyanın da manşeti oldu.
Şayet İhlas Haber Ajansı, haberciliğin namusuna riayet etmiş olsaydı, yaygın basına servis ettiği o haberin başına şöyle derdi:
“Erzurum’da yayımlanan Palandöken gazetesinde çıkan habere göre…”
İHA artık kaynak göstermiyor!
Yani aşmış kendisini!
Neyse; zaten meselemiz bu değil ki…
Biz asıl o haberden sonra ülke genelinde koparılan kıyamete dikkat çekmek istemiştik.
Haberde, Prof.Dr. Nazan Aydın’ın, yüksek sesle ve de bozuk bir şiveyle ezan okunmasına yapılan itiraz dile getirilmekteydi. Savcılık, dava açmaya lüzum görmemiş, yani demiş ki, bu ülkede ezan sesinden ötürü bir rahatsızlık söz konusu olamaz.
Elbette doğru…
Fakat kazın ayağı öyle değil ki…
Prof.Dr. Nazan Aydın, “Niye ezan okunuyor?” demiyor ki, Nazan Hanım, okunan ezanın çok yüksek sesle okunduğunu ve aslına uygun biçimde okunmadığını söylüyor.
Şimdi sen gel, bu haklı meseleyi geniş kitlelere anlat…
Dün bir baktım ki, sosyal medyada kıyamet kopmuş.
Vay sen kim oluyorsun da, ezana karşı çıkıyorsun!
El insaf…
Kadıncağız, “ben ezan sesi duymak istemiyorum” demiyor. Dediği çok açık:
“Ezan aslına uygun ve olması ses düzeyinde okunsun.”
Nazan Hanım’ın yaptığı aslında Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bi şey…
Ömründe sabah namazı için camiye girmemiş binamaz bile saldırıyor:
“Ezanlar susmayacak!”
Bu, tıpkı 28 Şubat’ta, hırsızlara, “Niye devleti soyuyorsun?” diye sorulduğunda, “Ben Atatürk’e sövdürmem” diyen anlayışın aynısıdır.
Lüzumsuz bir çaba olduğunu biliyoruz, lakin yine de bir umut olarak tekrarlayıp durduğumuz, bazıları için de, “gereksiz bi şey” olan adalet ve hukuk isteğimiz işte bu yüzdendir.
Bu ülkede bir yetkili, Prof.Dr. Nazan Aydın’a kulak vermeli…
“Ben ezana karşı değilim” diyor ve peşinden de ekliyor:
“Ezan gerektiği gibi icra edilmiyor.”
Lütfen bir dakika soluklanın ve bu itiraza, ön yargılarınızdan arınarak kulak verin…
Eğer bugünün Türkiye’sinin, 28 Şubat Türkiye’sinden farklı olmasını istiyorsanız…
İtiraz edenleri dinleyin.
İlla da “hayır” diyorsanız, yani “Mühür bizde, Süleyman da biziz” diyorsanız, kim tutar ki sizi…
Bendeniz İbn-i Haldun’un “Mukaddime”sini okumuş biriyim, tıpkı Mecelle’yi okuduğum gibi…
Onların tarif ettiği adalete bile razıyım.
Sizden talebim şudur:
Prof.Dr. Nazan Aydın’ı yargısız infaza kurban etmeyelim.
Bu arada sizi bilmem ama ben de en başından beri, Akif’in dediği gibi dinimizin şahadeti olan ezanımızın o teneke sesinden çıkmasına, yani hoparlörden okunmasına karşıyım.
Suat Hafız’ın, minareden çıplak sesle okuduğu ezanı özlüyorum.
Ya da asrı saadette ki Bilal-ı Habeş’i…