- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

Gün ola harman ola …

Geçtiğimiz hafta pazar günü Galatasaray-Fenerbahçe maçı ülke çapında bir spor aktivitesi olarak insanımızda büyük bir heyecan dalgası yarattı. İstanbul’un en mutena semtlerinden birinde yer alan Şükrü Saraçoğlu stadı coşkulu bir kalabalıkla hıncahınç doluydu. Normal şartlarda bu izdiham ve bu ilgi futbola duyulan merakın bir göstergesi olarak sayılabilir, sevinçle karşılanabilirdi.

Bu bir final maçıydı. Elbetteki kazanan ve kaybeden taraf olacaktı. İşin tabiatı bunu gerektiriyordu. İki taraftan biri galip, diğeri mağlup olarak o sahadan ayrılacaktı. Berabere kalma pek mukadder gibi görünmüyordu. Taraftarların muhtemel bir yenilgi veya mağlubiyetin fikri hazırlığı içinde olmaları beklenebilirdi.

Ama maçın sona ermesi, neticenin belli olması ile beraber onlarca gözü dönmüş insanın rastladığı ve ulaşabildiği her şeye zarar verme çılgınlığı içinde bulunduğuna şahit olduk. Seyircinin tribünlerden sahaya atlaması, stat koltuklarının hiç acımasızca yerinden sökülüp gelişigüzel fırlatılması, arabaların, polis otolarının, otobüs duraklarının ve metrobüslerin hunharca tahrip edilmesi dehşet verici bir görüntü arzediyordu. Gördüğümüz sahnelerde insan, insan sıfatından uzaklaşmıştı. Aslında insanın işine gelmediği her durumda maskeleri indirerek içindeki “vahşi”yi dışarı çıkarması sık rastlanan bir durumdu.

Zavallı polisin çaresiz ortada kalması, yaralanması, hakarete uğraması, adeta boy hedefi haline gelmesi ise işin başkaca bir boyutuydu.

Maalesef bir kısım basın mensupları; şartlanmış bir bakış açısı ile aklıselimini yitirmiş, şirazesini kaybetmiş kalabalıklara gaz sıktığı için polisi yaylım ateşine tabi tuttular. O ananevi fikrisabiteleriyle zalimi mazlum, mağduru zalim gösterme gayretlerinde ber-devamdılar.

Üzerinden on günü aşkın bir zaman geçtiği halde bu yaşananlar, hem ferdî hem de toplumsal hafızamızda kara bir leke olarak iz bıraktı. İnsana olan inancımız, iyi niyetimiz ve gelecek beklentilerimiz derin yaralar aldı.

Bu öfkeli güruhların ortaya çıkıp şehri toz duman etmesi birilerinin kurgulayıp yönettiği bir tertip miydi? Önceden hazırlanmış, hesaplı planlı bir terör hadisesi, bir provokasyon muydu? Yoksa aniden gelişmiş bir öfke patlaması, bir toplumsal cinnet emaresi miydi?

Her iki halde de durum vahimdi. Önümüze düşen gerçek can yakıcıydı.

Bu resmi okumaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz :

İnsanımızın kendisiyle, çevresiyle çok ciddi anlamda problemleri, açmaz ve çıkmazları vardı. İnsanmızın kendisi ile başı dertteydi.

Evet biz bir yerlerde yanlış yaptık. İnsan denilen o en değerli varlığı gerektiği gibi yoğurup, işleyip geliştiremedik.

Aile, okul, medya, toplum elele verip insanımıza kıvam bulduramıyor gerçeği ile bir kere daha karşı karşıya kaldık. Eğitim sistemimiz her kademede kuru bilgi yükleme, test imtihanlarında doğru kutucuğu bulup işaretleme maharetini en üst noktada kazanmış gençler yetiştirme noktasına kilitleniyor. Gerçi insan kalitesindeki bu düşüş sadece bize mahsus bir keyfiyet değil! Günümüzde “İnsan” kavramı, “eğitimli ve verimli iş gücü” kavramları ile yer değiştirmiş olduğundan dünyanın genelinde böylesi bir gerileme yaşanıyor.

Aile hele de büyük şehirde yaşıyorsa ekmek kavgasına, günü kurtarma kaygısına, trafik belasına odaklandığından evladının manevi gelişmesine, insani kalkınmışlık seviyesine fazlaca bir katkıda bulunamıyor. Belki de aile de tehdit altında, sallantıda olduğundan kendi açıklarıyla bile baş etmekte âciz kalıyor.

Medya, ne yazık ki, genellikle bu ülkenin sesi, sağ duyusu, nefesi hayra yönelticisi olmanın çok ötesine düşüyor. Bütün bu unsurların bir bileşkesi olan toplum da böylesi küçük sınavlardan geçerli not alamayıp her seferinde sınıfta kalıyor.

Büyüyen ekonomik göstergeler, ihracat rakamları, fert başına düşen millî gelir, artan sanayi mamulleri, yükselen turizm gelirleri, diplomalı insan sayısındaki patlama yüzümüzü güldürüyor. Ama ahlaki seviyemizin bu ekonomik kalkınmaya paralel bir seyir izlediğini söyleyemeyiz. Hiddet, şiddet ve nefret bir salgın hastalık gibi günbegün yayılıyor. Adi suçlar her geçen gün tırmanıyor.

Sosyolojik araştırmalar toplumumuzun giderek dindarlaştığını gösteriyor. Din “güzel ahlak”tır tarifiyle bu dindarlaşma durumu bir çelişki yaratıyor. Okuyup öğrendiklerimizle yaşadıklarımız birbirini tutmuyor. Kal’i(=söz), hâl(= yaşama biçimi) haline getiremiyoruz. Öğrendiklerimizi içimize sindiremiyoruz. Ahlaki prensipleri, her an dilimizde dolaşan ama hayatımızla buluşmayan bir kuraller bütünü olarak algılıyoruz. Çünkü çoğu yerde erdemli olmak; feragati, menfaatinden vaz geçmeyi gerektiriyor. Hepimiz ehlidünya ve açık göz olduğumuzdan bile bile lades diyor, ahlaki hükümleri işimize geldiği gibi ters yüz edebiliyoruz.

Hani eğitimin temel gayesi kim olursa olsun, hangi şartta olursa olsun insana, hayvana, canlıya, cansıza kısacası bütün yaratılmışlara hürmeti olan insanı yetiştirmekti.

Hani attığı her adımda helal- haram gözetecek, hak- hukuk endişesi taşıyacak, kul hakkı yemeyecek dürüst insanlar olacaktık.

Hani ülkesinin menfaatlerini, kendi şahsî menfaatleri üzerinde tutacak idealist insanı yetiştirmeye çabalayacaktık.

Hani hak etmediği, paraya, mevkiye, itibara tenezzül etmeyecek seviyeyi kazanacaktık.

Hani çok çalışıp çok üreten, ama az tüketen, tasarruf etmesini bilen insanı yetiştirecektik. Hani emanete hıyanet etmeyecek, “sözüm senettir” deyip sözünde durmasını bilecek seçkinler kafilesine katılacaktık.

Hani her şartta öfkesini yenebilecek, kendisini kontrol edebilecek, olgunlardan olma yoluna girecektik.

. Hani kamu malına hiç bir şartta zarar vermeme terbiyesi almışlardan olma kemali kazanacaktık.

Hani millî servetin üstüne titreyecek, onu kendi malından daha aziz bilecek, âdeta kutsayacak vatandaşlar haline gelecektik.

Ne yazık ki, bu ve benzeri cümlelerle hayatımızın her basamağında, her yerde karşılaştık. Ama çoğu yerde bu öğrendiklerimiz sadece kulağımızda küpe olmakla kaldı. Özümsenip bir yaşama disiplini haline gelemedi.

Yine de ümidimizi yitirmeyelim. İyilik ve güzelliklerin de bir yerlerden uç verdiğini görmemezlikten gelmeyelim. Gün ola harman ola.

Belkıs Altuniş Gürsoy