Osmanlı Devleti, 1350’li yıllardan itibaren Balkanları fethetme macerasına girişir. Anadolu’dan getirtilen Türk nüfusun bu topraklara yerleştirilmesi ile Balkanlar Türkleşir. Beş yüz yılı aşkın bir zaman dilimi boyunca Osmanlı diyarı olan Rumeli coğrafyasında Türkler genellikle verimli topraklarda zengin ve müreffeh bir hayat yaşarlar. Bu toprakları cami, çeşme, türbe, çarşı, han, hamam, medrese, tarla, bağ ve bostanlarla süsler; şehir, kasaba ve köylere kendi kimliklerinin damgasını vururlar. Şair, edip, ilim adamı, sanat ve zenaat erbabı yetiştirmek konusunda da bir hayli münbit olan bu diyarlar; kendine has zengin bir kültür ve medeniyet havzası olma özelliğini kazanır.
Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyunca çok uluslu bir coğrafyada kimsenin dinine, diline, örfüne karışmadan, temel hak ve hürriyetleri ihlal etmeden sulh ve sükunu hakim kılmayı başarmıştır. Fakat, büyük güçler, Osmanlı Devleti’ni kendileri için hep bir tehdit unsuru olarak görmüş; bu unsuru önce zayıf düşürmek, sonra da yok etmek için imkân ve güçlerini seferber etmişlerdir. Rusya, Deli Petro zamanından beri sıcak denizlere açılmayı, Ege denizine kadar uzanan topraklarda büyük bir Bulgaristan kurmayı hayal eder. Soğuk savaşın ve milletleri içerden çökertmenin alışılmış yollarından biri “böl, parçala ve yönet”tir. Bu ülkeler; “böl, Parçala ve yönet” taktiğini hayata geçirmek için Fransız İhtilâli’nden sonra geniş yayılma zemini bulabilen “milliyetçilik cereyanları” ile “temel insan hakları ve hürriyetleri” gibi fikri oluşumları kullanarak bir ayrıştırma politikası izlerler. Rusya, İngiltere ve Fransa; Sırp, Yunan ve Bulgarlara para ve silah yardımı yapmak da dahil her türlü vasıtayı kullanarak Devlet-i Aliyye’ye karşı bir isyan hareketi başlatırlar. Rusya; Balkanlardaki Hıristiyan ahaliyi Osmanlı Devleti’ne baş kaldırmak konusunda yönlendirir. Bu unsurlara sadece para ve silah yardımı yapmakla kalmayıp, öğretmenler ve rahipler vasıtasıyla da sistemli bir şekilde çalışır. Sırp gençlerine Rusya’da tahsil imkânı sağlar. Bu tahsil yıllarında onları belli bir zihni istikamette yönlendirme hususunda özen gösterir. Bu sayede hem Osmanlı için bir karşı güç, hem de kendileri adına sağlam bir paydaş cephesi oluşturma yoluna gider. Osmanlı Devleti ise hakim unsur olmanın verdiği bir güven ve rehavet duygusu içinde olduğundan; bu kabil faaliyetlere karşı vaktinde ve yerinde tedbirler almak konusunda kusurlu ve ihmalkâr davranır.
Sırp,Bulgar ve Rum çeteleri, Türklere göz açtırmamacasına bir kıyım ve gasp hareketine girişirler. Türkler, “Belâ Ormanı Katliamı”, “Harmanlı Katliamı“ gibi pek çok katliam, tecavüz ve malları gasp etme gibi zulüm ve yok etme hadiselerine maruz kalırlar. Bu katliamlardan kurtulabilenler, işgal edilmemiş bölgelere ve İstanbul istikametine doğru göç etmeye başlarlar. 1877- 1878 Osmanlı- Rus savaşı içinde ve sonrasında “Bulgar mezalimi” ve “93 Göçleri” olarak anılan bir muhaceret serüveni yaşanır. Bu serüven, “1877-1878 Osmanlı –Rus Savaşı ve Sonrası Göçleri”, “1912-1913 Balkan Savaşı Göçleri”, “1923-1924 Mübadelesi ve Bitmeyen Göç” şeklinde sınıflandırılacak bir şekilde devam edegelir.
Rumeli Türkleri’nin bir kısmı 18. yüzyıldan itibaren bazen devletin yönlendirmesi ve yer göstermesi ile bazen de çaresizlik sebebiyle hicret etmek mecburiyetinde kalır. Göçlerin; öncelikle Balkan coğrafyası içinde güvenli olacağı umulan bölgelere doğru yer değiştirmek veya Anadolu topraklarına doğru yol almak şeklinde tezahür eden iki ayağı vardır. Bu muhacirler, mal varlıklarını ya yok fiyatına elden çıkararak ya da tamamen terk ederek kafileler halinde ser sefil yollara düşerler. Yollarda çoğu zaman çetelerin saldırılarına uğrayıp katledilen, tecavüze uğrayan bu kalabalıklar; bir yandan da hastalık, açlık ve bakımsızlıktan kırıla kırıla menzile varmaya çalışırlar. Bu hicret serüveni hem insanlık tarihi adına, hem de kendi tarihimiz adına büyük bir trajedi oluşturur. Ayrıca medeniyetin beşiği ve insan haklarının savunucusu konumunda görünen Avrupa devletlerinin bu coğrafyada yaşanan bu çaptaki bir insanlık ayıbını önce besleyip büyütmesi sonra da görmezlikten gelmesi düşündürücüdür.
Yakın tarihimizle ilgili bu önemli olaylar kesiti; siyasi arenada, uluslarası toplantılarda, ilim ve sanat eserleri yoluyla gerektiği ölçüde işlenmiş midir? Farklı edebî türler veya diğer sanat dalları bu bahisleri konu edinen yeterli sayıda ürün ortaya koymuş mudur? Medya ve sivil toplum örgütleri bu temayı olabildiğince gündemde tutarak Türk ve dünya kamuoyunu bilgilendirme yoluna gitmiş midir? Maalesef bu konuda olumlu bir cevap vermek mümkün değildir. Ne Balkanları fethetme ve vatan tutma maceramız, ne oradaki Türk asırları ile ilgili seyir defterlerimiz, ne yeni zamanlar da dahil bu coğrafyada uğradığımız katliam ve yitiklerin envanteri, ne de o topraklardan hazin bir şekilde savrularak göçe mecbur edilme ve yollarda kırılma trajedimiz nisyandan kurtulamamıştır. Kırım, Kazan, Kafkasya ve Adalar göçleri için de aynı durum söz konusudur. Bu önemli geçitler; neredeyse o ananevi “kayıp mazi”, kayıp hafıza” alışkanlığımıza uygun olarak hak ettiği ölçüde ilgi görmemiştir.
Rumeli’nde bir vatan kaybederek, soy kırımına uğradık. Tarihi, kültürel ve iktisadî boyutlarda yağmalandık. Farklı zaman dilimlerine yayılan hazin göç hikâyelerinin kahramanları olduk. Fakat bu kayıp ve acıları ne kendi gündemimize taşımakta, ne de dünyaya duyurmakta yeterince kararlı, şuurlu ve gayretli davranamadık. Medeni dünya adına da bir insanlık ayıbı teşkil eden bu elim sayfayı, bundan böyle hep sıcak ve gündemde tutacağımızı var saymak belli bir ölçüde tesellimiz olabilir.
Bu kabil sanat eserleri, geçmiş hayat tezahürlerini gerçekçi bir kurguyla gündeme taşıyarak, milli hafıza ve kamuoyu oluşturmakta önemli bir rol üstlenirler. Tarih şuuru; ancak tarihi sanat eserleri yoluyla gün ışığına taşımakla, tarih varlıklarına sahip çıkmakla oluşur. Sanatın dili; tarihi hadisleri izbe köşelerinden çıkarıp, beşer hafızasının üst kademelerine taşır. Geçmişle halihazır arasında anlamlı köprüler kurulmasına ve günün gidişini doğru okuyup yorumlamaya sebep olur. Bu itibarla, sosyolojik, psikolojik, ekonomik, tarihi, kültürel, siyasi etki ve uzantıları olan böylesi bir göç macerasının kalem mahsulleri yoluyla işlenerek canlı tutulması; bugünleri daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Zira geride beş yüz yılı aşan bir Balkanlar macerası, geniş ve verimli vatan toprakları, katledilmiş, yağmalanmış veya mecburi sürgüne mahkum edilmiş bir halkın dramı vardır. Bu kesafet; sanatkâr için önemli bir ilham kaynağı ve zengin bir malzeme hükmündedir.
Günümüzde benzer hadiseler yeniden gündemimizi oluşturuyor. Ülkemizi parçalamak için karanlık güçler el birliği ile çalışarak yeni yeni oyunları sahneye koyuyorlar. Geçmişteki acı sayfalardan ders alarak uyanık olmak, gerekli tedbirleri âcilen hayata geçirmek ve her zamankinden fazla bir ve beraber olmaya ihtiyacımız vardır. Allah, bu millete bir daha vatan kaybı yaşatmasın.