- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

Bin canım olaydı…

MASAL BU YA!

 

 

Bin canım olaydı…

Bin canım olaydı… vakitleri aşan, diyar diyar dolaşan..

Dağıtsaydım her birini bilinmez evvellere, erilmez menzillere salsaydım.

Canlarım yedi iklim, dört bucakta seyrü sefere çıksaydılar mevsimler boyu.

Sonra da can  tanelerinin  nicesi zamanın bağrından kopup geri gelseydiler bir bir. Her biri ayrı bir eyyamın, ayrı bir devranın canlı şahidi olsaydılar.

Varlık bilmecesinin sırlarını heceleseydiler tek tek..

Hayat muammasının kadim bilicileri olsaydılar..

Âlemler içre âlemleri çözseydiler.

Ezel- ebed çizgisinde cevelan etseydiler.

Ben sorsaydım, onlar söyleseydiler.

Uzakları yakın, gizlileri aşikâr etseydiler.

Bana evvel zamanların, akıl almaz mevcudatın, güç çatmaz hadisatın içinden çıkıp gelmenin bereketinden bahsetseydiler.

Perdeleri bir bir indirip, meçhulleri  aşina kılsaydılar.

Tanrı dağlarının eteklerinde kula atımla dolaşıp, Orhun, Selenga ırmaklarına köprü kursaydım.

Kültigin ile Ötüken ormanının derinliklerine dalsaydım. Bilge vezir Tonyukuk’tan  ilm-i siyâset meşk etseydim.

Manas’ın mülküne sinmiş ecdat ruhlarından ilham derleseydim.

Türkistan’ın kıl çadırlarında Yesevi ile hem-meclis olup,  hikmetlerini  nakış nakış dokusaydım gönül defterime.

Çimkent’i, Kaşgar’ı, Taşkent’i, Fergana’yı, Farab’ı, Kazvin’i adım adım karışlasaydım.

Tus’un civar köylerini bir bir aşıp Efrasiyab hikâyeleri derleseydim.

Buhara’da satın aldığım ipek kuşağı Tebriz’deki ihtiyar dosta  hediye verseydim.

ibn-i Sina,  Tıp Kanunu’nu yazarken en acemi tilmizi  olarak hizmetinde bulunsaydım.

Kaşgar’a bir uğrayıp Mahmut’un duvarları taş örülü odasında mihman olsaydım. Titrek yağ kandili ışığında gün ışıyana dek okkasına batıp çıkan kalemini, duvara vuran gölgesini seyr etseydim.

Lügat’inin satırları arasında kaybolmuş Mahmud’a toprak testiden soğuk su ikram etseydim.

Taptuk Emre’nin meclisinde diz çöküp, Yunus’la kapı yoldaşlığı etseydim. Dağdan odun taşıdığında küfesine sırt verseydim.

Dede Korkut’un sazıyla sözünden kâm alsaydım. Birlikte adı güzel Muhammed’e salâvât getirseydim.

Hüseyin Baykara meclislerinde yer bulup,  Leyla ile Mecnun Mesnevisi’ne kulak verseydim.

Kendisini çöllere vuran Mecnun’un ateşiyle yansam, gökleri  tutuşturan ahıyla kavrulsaydım.

Semerkant’ta gümüş saplı kaşığın demli Özbek pilavına daldırılışını, fağfur kâseden buğulu gül şerbeti içilişini hafızama resm etseydim.

Fuzuli ile birlikte Kerbelâ kıyılarında dolaşıp, Dicle’nin uzun bir yolculuktan sonra soluk soluğa Basra’ya varışını seyretseydim. Hazreti Peygamber’in ayağının toprağına yetişmek için çırpınan bu suyun cehdi önünde eğilseydim.

Bir şafak vakti Alpaslan’la  Malazgirtsahrasında fetih duasına duran orduda bir nefer sırasında sayılsaydım.

Barbaros’un,  Hızır Reis’in, Piri reis’in  leventlerinden olup, onların Akdeniz’de velvele salma destanlarına karışsaydım.

Nizamülmülk’ün medresesinde ilm-i nücûm okuyan bir garip çömez olsaydım.

Uluğ Bey Rasathanesi’nde gök yüzünün sırlarını keşfe koyulsaydım..

Osman Gazi’nin yoldaşları Dursun Fakı ile Gündüz Alp’in peşi sıra Söğüt yaylasında at koşturup, Domaniç’in serin pınarlardan su içseydim.

Edebali’nin karşısında baş kesip, divan dursaydım.

Fatih, İstanbul’u fethettiğinde Ayasofya’da Akşemsettin’in arkasında saf bağlayanlardan, ilk cuma hutbesinde amin diyenlerden olsaydım.

Sahn-ı Seman  medreselerinde akıl kitabına yazsaydım ilm-i heyeti, ilm-i fenni, ilm-i hiyeli, ilm-i hendeseyi, ilm-i kelâmı.

Asitane’nin şuara meclislerinde dem çeken bülbüllerin, gülzârların, gümüşten servilerin, çeşm-i siyâhların  rüyasıyla mest yaşasaydım.

Zâtî ile Beyazıt Meydanı’nda gazel muhabbetlerine dalsaydım. Şiir denilen deryanın künhüne ulaşsaydım.  Tendeki özü, yürekteki közü gönül gözü ile görüp, can yaprağına kazısaydım.

Konya’da bir demirci, Erzurum’da bir çulha, Bitlis’te bir fırıncı, Niğde’de bir çiftçi, Kars’ta bir kaz çobanı, Bursa’da peşkirci, Siirt’te  bir değirmenci, Kapalıçarşı’da bir kahveci, Adana’da bir seyyar satıcı, Bolu’da bir aşcı olarak anılsaydım.

Çanakkale’de askere tayin dağıtan kutlu el,  Kurtuluş savaşında cepheye mermi taşıyan çıplak omuz olsaydım.

Bir canımdan yüzlerce öğretmen çıkarsaydım. Anadolu’nun kuş uçmaz kervan geçmez köylerine, kasabalarına, şehirlerine. Sadece öğretmen değil sevdalı yürekler, bükülmez gayretler çıkarsaydım. Gittikleri yeri rahmet olup yeşertseydiler.

Canlarımdan nicesini, doktor, hemşire, ziraatçı, veteriner tayin edip karlı dağların ardına, yaylaların uzağına uğurlasaydım. Vardıkları yeri harlı bir ateş gibi ısıtsaydılar.

Ben de sizdenim. Toprakla su gibi karışmadıkça, aynı kazanda kaynamadıkça alış-verişimiz noksan olur diyen yürekler iş başı yapsaydılar her gün.

Heyhat.. denizde bir kum bile değilim.  Suda bir zerre..

Ama bin canım olaydı, her biri ayrı zamanların, farklı mekânların tecrübelerini devşirip gelseydi aynı şeyleri söylerlerdi.  Hepsinin hikâyesi birbirine benzerdi.

Yürek yangınlarından, dünya kahırlarından, haksızlıktan, zulümden anlatırlardı en çok..

Belki çokluktaki birliği, zamandaki tekliği de anlatırlardı. “Hikâyenin başı ile sonunun  hep aynı kaldığını görürlerdi. Özün değişmediğini, kalıpların şekillerin değiştiğini dünyanın hep aynı sahne, insanın hep aynı âdemoğlu olduğunu tekrar ederlerdi.

 

Belkıs Altuniş Gürsoy