MENÜ ☰
Büyük Erzurum Sofrası
Erzurum Haber Gazetesi » Eğitim, Kültür-Sanat, Manşet » Erzurum’da ‘Mevlana’yı An(la)mak’
Erzurum’da ‘Mevlana’yı An(la)mak’


Erzurum’da ‘Mevlana’yı An(la)mak’ Konulu Bir Panel Düzenlendi.

Erzurum’da Üniversite kitabevinin katkılarıyla 30 Aralık 2009 Tarihinde Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kültür-Sanat Klübü tarafından düzenlenen ‘Mevlana’yı An(la)mak’ konulu bir panel düzenlendi.

Üniversite Kitabevi kurucusu, Eğitimci ve Yazar Mahmut Balcı’nın yönettiği panele Prof.Dr Hasan Çiftçi, Doç.Dr Hüseyin Güllüce, Doç.Dr. İsa Çelik ve Yrd.Doç.Dr Ali Utku katıldı.

Atatürk Üniversitesi Oditoryumu Mavi Salon’da yapılan panele öğrenciler ve öğretim üyeleri büyük ilgi gösterdi.

Mahmut Balcı’nın açış konuşması:

 

 ‘Bir etkinlik, organizeyi yapanlar ve konuşmacılar için bir stres ve heyecan iken

dinleyenler için ise hem bir heyecan hem de bir merak olsa gerek. Dilerim bu programdan bir şeyler öğrenerek çıkarız.

‘Bu şehirde kültür sanat etkinlikleri yapılmıyor’ diyen öğrencilerin öğrenci kulüplerinde görev almalarını öneriyorum. Biz bu tür çalışmalarda bulunmak isteyen herkese destek vermeye hazırız.

Sevgili Mevlana Dostları,

Kalbi sökülmüş bir yüzyılda yaşamaktayız. İnsanlığın bir hüsranda olduğunu dile getiren Asr süresi sanki bugün nazil olmakta. Herkes bir arayış içerisinde. Aslında kıtlık ve fakirliğin yaşandığı coğrafyalardaki insanlara göre çok zenginiz. Daha çok şeye sahip olmak istediğimiz için kendimizi fakir zannediyoruz. Bu, bizim gönül fakiri olduğumuzu göstermektedir. Ne yapıp edip bu yönümüzü onarmamız gerekmektedir.

Bilindiği üzere Allah sapıtan, hakikate yüz çeviren toplumları ıslah etmeleri için peygamberler göndermiştir. Son peygamber Hz.Muhammed(as)den sonra bu görevi peygamberlerin mirasçıları olan alimler, aydınlar, müderrisler ve mutasavvıflar yapmaya çalışmakta. Bugün insanlığın bu tür kişilere daha çok ihtiyacımız var. İşte Mevlana ve benzeri kişileri bu noktada anmak ve anlamak gerekir. Bu panele katılan herkese teşekkür ediyorum.’

 ‘Mevlana’yı An(la)mak’ Konulu Panele Katılan

 Panelistlerin Görüşleri:

 

MEVLÂNA CELÂLEDDİN RÛMÎ

Prof. Dr. Hasan ÇİFTÇİ

(Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi) 

                                                                     

Mevlâna Muhammed Celâleddin-i Rûmî veya Belhî (1207-1273), hem İlâhî aşkla dolup taşan coşkulu ve  ıstıraplı yüksek şiiri, hem engin dini ve tarihi bilgisi ve sıra dışı aşırı duygusal fikirleri açısından İslâm dünyasının en büyük arif, düşünür, şair­ ve yazarlarından biridir.

Mevlâna yedi asır önce yaşamış olmasına rağmen onun fikirleri ve çok sayıda dile çevrilen eserleri hâlâ evrensel boyutlarda güncelliğini korumaktadır.

Yaşadığı çağdan günümüze kadar fikirleri ve eserleriyle çok sayıda yazar ve düşünürü derinden etkiledi. Ama kendisi Mesnevî’nin başındaki bir beyitle işaret ettiği gibi genel anlamda hakkıyla bilinip tanıtıldığı söylenemez:

Her bir kimse kendi zannınca bana dost oldu; ama kimse benim içimden benim sırrımı aramadı.

Mevlâna, bütün İslâm âleminin hatta insanlığın ortak mirasıdır. Hiçbir etnik yapıya ve ülkeye sığmayacak kadar büyüktür.

Mevlâna’nın eserleri, onun Kur’ân, tefsir, hadis, fıkıh, siyer, mantık, tasavvuf v.s. naklî ve aklî ilimler yanında ana dili Farsça’yı ve edebiyatını, Arap dili ve edebiyatını çok iyi bildiği, az da olsa Yunan dili (Yunanca/ Rumca bazı şiirler söylemiştir) ve Türk dilinden haber­dar olduğunu göstermektedir. 

Mevlâna ünlü bir dizesinde der ki:

Ömrümün özeti üç sözcüktür: ham idim, piştim, yandım.

Bu dizesinden hareketle Mevlâna’nın 68 yıllık hayatını, kendi ifadesiyle kişiliğinin şekillenmesi paralelinde üç devreye ayırmak uygun düşer.

Hayatının ilk devresi doğumundan başlayarak yirmi beş yaşına kadar sürer.

Bu devrede Mevlâna, dönemin akli, dini ve sosyal ilimlerini okuyup kavradıktan sonra artık o, ilmiyle amel eden, dini konularda hassas ve toplumsal geleneklere bağlı bir fıkıhçı; medresede müderris, cami ve cemaatte vaiz ve fetva makamında da bir müftüdür.

Bundan sonra hayatının ikinci devresi başlar.

2. Mevlâna ve Burhâneddîn Muhakkık:

Muhammed Celâleddin’in, babasının eski bir müridi olan Seyyid Burhâneddîn Muhakkık’la görüşüp ona mürit olmakla hayatının ikince devresi başlar.

Mevlâna bu sıralarda 24 veya 25 yaş civarındadır. Hayatının bu devresi yaklaşık on dört yıl sürer.

Bu devrede Mevlâna babasının bir müridi olan Seyyid Burhâneddin Muhakkık’a mürit olur. onun  rehberliği ve irşadı ışığında tasavvuf terbiyesi görerek bu mesleğin sırlarını öğrenmeye çalışır. Yanı sıra onun isteği üzerine Şam ve Halep’te dört yıl veya daha fazla zaman zarfında ilim tahsil ettikten sonra dönüşte önce onun gözetiminde peş peşe üç “erbâin” (çile) çıkarttıktan sonra Mevlâna’ya irşat izni verilir.

 Sonuç olarak bu sürede Mevlâna hem bir şeyh olarak tarikat adabına uygun şekilde züht, halvet, ibadet ve riyazet işini devam ettirerek müritler yetiştirdi, hem de bir hoca olarak medresede ders verip öğrenciler yetiştiriyordu.

Kısaca o sıralarda Mevlâna Konya’da yönetici zümre, ulema ve halk arasında itibarlı ve şöhretli bir fıkıhçı, müderris ve vaiz sayılırdı; dört medresede ders veriyordu. Hem pratikte hem inançta Gazâlî gibi dini kurallara riayet eden züht ve takvaya dayalı bir hayat ya da tasavvuf anlayışına sahipti.

Bundan sonra hayatının üçüncü devresi böyle sakin ve düzenli olmayacaktır.

Nitekim Mevlâna üçüncü mürşidi ve fikirlerinin asıl kaynağı Şemseddin Muhammed Tebrîzî, 642 (1244) ile tanıştıktan sonra, kendisinden yepyeni bir bir Mevlâna doğdu.

Sonradan tasavvuf âleminde, bu iki zatın görüşüp tanışması “iki ummanın karşılaşması” veya birleşmesi şeklinde tasvir edilmiştir.

İfadelerinden öyle anlaşılıyor ki Mevlâna ile şems birbirlerini tanımadıkları halde her ikisi de birbirini arıyordu.

Ardından Mevlâna, tasavvufî manada Şems’e âşık olur; ondan sonra kırk gün veya üç ay boyunca hiçbir kimsenin girmesine izin verilmediği bir odada Şems’le yalnız kalır;[1] halkla ve çevresiyle ilişkisini tamamen keser; yapmakta olduğu bütün hizmetleri bırakıp bütün zamanını Şems’le geçirir. Çünkü:

1. Şems, manalı ve etkileyici duruşu, davranışları ve konuşmalarıyla, muhatabını aşırı şekilde etki altında bıraktı. Bu yeteneğiyle Şems, önce onu mutlak anlamda kendine bağlar, ardından Mevlâna’nın o zamana kadar şekillenen âlim, müderris ve zâhit kişiliğini ve geçmişini, sadece gözden düşürmekle kalmaz, tamamen yok eder; yeniden şekillendirmek üzere, onu geçmişinden tamamen kopararak pençeleri arsına alır.

2. Mevlâna, Şems’i imdadına kavuşan Hızır gibi veya İnsân-ı kâmil olarak görür: Mevlâna’nın ona beslediği aşk hakikatte her sâdık sûfî gibi, idealindeki “insan-i kâmil”e (kâmil insan’a) beslediği İlâhî aşktır.

Mevlâna da eserlerinde dizede de Şems’i, kendisine “hayat suyu” sunan Hızır olarak görmüştü:

Berât geldi, berât geldi, kandil mumunu yak; Hızır geldi, Hızır geldi, hayat suyunu getir…

Sen hayat suyusun, bize su ver; sen manalar denizisin, bize su ver.

Biz sana talep testilerini getirdik, ey ikinci Hızır, bize su ver.

3. Şems kendi tasavvuf anlayışını ve o zamana kadar hiçbir sûfînin dile getirmediği yeni sayılacak bazı yorumları köklü bir biçimde Mevlâna’ya kavratarak aşılar.

Sonuç olarak Mevlâna Şems-i Tebrîzî ile karşılaştıktan son­raki hayatı ve ruh hâli de üç devreye ayrı­lır ve her bir devresi, “insan-ı kâmil”in tasavvufî hayatı ile paralellik arz eder:

a) İlâhî sıfatları aksettiren velîlerden birinin âşık sâlike aynalık etmesi,

b) Allah’ın nuru ile âşığın kendisini bu aynada görmesi,

c) Mâşûk ile kendisinin iki değil, “bir” olduğunu idrak etmesi.

Bu tecrübeler Mevlâna’nın tasavvufunun özüdür; direkt ve en direkt onun bütün şiirlerinin ilham kay­nağı da bu telâkkidir.

Bütün bu gelişmeler neticesinde, sürekli semâ eden ve coşkulu bir aşkı, dayanılmaz bir hicranı ve yanmış bir âşığın halini anlatan şiirlerin, Mesnevî ve Divan-ı Şems/Kebir’in yazarı olarak yeni bir Mevlâna bu dönemde doğarak kemâle erer.

HZ. MEVLÂNÂ VE TASAVVUF

 

İsa Çelik

(Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)

İnsân-ı kâmil, tasavvuf felsefesinin temel kavramlarından birisidir. Bu kavram daha önce kâmil müminin karşılığı olarak kullanıldığı halde sonradan tasavvuf felsefesinde özel bir anlam alanına sahip olmuştur.

İnsân-ı kâmil düşüncesini doğrudan Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyet-i kerîmelerin bu istikamette yorumlanabileceği görülmektedir. Mesela Kur’ân-ı Kerîm’deki Hz. Âdem’in halifelik mevkiine sahip olduğu (Bakara, 2/30), kendisine esmânın öğretildiği (Bakara, 2/31), benî âdem’in mükerrem kılındığı (İsrâ, 17/70), insanın ahsen-i takvîm üzere yaratıldığı (Tîn, 95/4), göklerde ve yerde olan her şeyin onun emrine verildiği (Câsiye, 45/13), ve onun emaneti yüklendiği (Ahzâb, 33/72) ifade edilmektedir. Ayrıca ilk insana ilahî ruhtan nefhedildiğini, bu mevkiin kıymetini bilenleri Allah Teâlâ’nın kendisine dost kıldığını, Allah Teâlâ’nın bazı kullarına kendi tarafından ilim verdiğini (Kehf, 18/65), Hz. Muhammed’in güzel örnek (Ahzâb, 33/21) ve âlemlere rahmet (Enbiyâ, 21/107) olduğunu bildiren âyet-i kerîmeler de tasavvufun insân-ı kâmil konusundaki dayanağının Kur’ân-ı Kerîm olduğuna delil olarak gösterilmektedir.[2]

İnsân-ı kâmil düşüncesinin gelişmesinde hadis literatürü de önemli rol oynamıştır. Mesela, Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’i kendi suretinde yarattığını (Buhârî, İstizan, 1) ilk olarak Hz. Muhammed’in yaratıldığını (Aclûnî, II, 187), Hz. Âdem ruh ile beden arasında iken onun peygamber olduğunu (Tirmizî, 50/Menâkıb; Aclûnî, II, 187), Hz. Muhammed (s.a.v) olmasaydı evrenin yaratılmamış olacağını (Aclûnî, II, 232) ifade eden rivayetlerin insân-ı kâmil telakkisinin benimsenip yaygınlaşmasında etkili olduğu kesindir.[3]

Hz. Mevlânâ’nın eserlerinden şu üç başlık altında irdelemeye çalışacağız: a. Hz. Peygamber (s.a.v)’e bakışı, b. Veraset sahibi insân-ı kâmil’e bakışı, c. İnsanları manen terbiye eden insân-ı kâmillere bakışı

A. Hz. Peygamber (s.a.v)’e Bakışı

İnsân-ı kâmil’in zirvesi Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Mevlânâ da O’ndan söz ederken, dolayısıyla insân-ı kâmil düşüncesini, kendine has üslubu ile işlemektedir. Tasavvuftaki insân-ı kâmil, özel anlamda Hz. Muhammed (s.a.v)’dir. Her ne kadar bütün nebiler ve onlardan sonra da veliler birer insân-ı kâmil iseler de Allah’ın bütün isimlerini kemâl derecede temsil etmezler.

B. Veraset Sahibi İnsân-ı Kâmil’e Bakışı

Hz. Mevlânâ, konuyla ilgili çok açık ve alanın kavramlarını kullandığı sistematik açıklamaları olmasa bile, vahdet-i vücûd anlayışına sahiptir.

Mürşid/şeyh bir “insân-ı kâmil’dir. Bu kemâle bi’l-asâle Peygam­ber (s.a.) Efendimiz sahiptir. Kâmiller de bi’l-vekâle bu kemâlin vâris­leridir. Bütün peygamberler ve onların mensupları olan velîler Nûr-i Muhammedî mişkâtından feyz almış ve kıyamete kadar alacaktır.[4]

Peygamberlerin toplum içerisindeki yerini, onların varlıklarının toplum için önemini vurgulayan Mevlânâ, peygamberlerden sonra onlar adına hareket edenlere, onların vârislerine de son derece önem verir. Çünkü ona göre peygamberlerin vârisleri de onlarla aynı değerdedir. Âkıbette, “peygamberlerin cinsinden olan canlar da çekile çekile, gölgeler gibi onların bulundukları yana giderler.”[5]

C. İnsanları Manen Terbiye Eden İnsân-ı Kâmillere Bakışı

Burada Nur-i Muhammedî’nin sahibi her asırda tek olan insân-ı kâmilden başka Allah Teâlâ’nın kullarını irşad ile görevlendirdiği insân-ı kâmiller de Hz. Mevlânâ’nın fikirlerinde yer bulmuştur.

Şeb-i Arus:

İrfan ve sevgi güneşi Mevlana, 5 Cemaziye’l-ahir, 672 (17 Aralık 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlaklığı ile, bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet aleminin asumanına doğdu. Mevleviler, o geceye Şeb-i Arus derler.

Birçok insan için ölüm, endişe, hüzün ve ümitsizlik arzederken, tasavvufî düşüncede, “şeb-i arûs”  (Düğün Gecesi) sevgili ile kavuşma ve vuslat anı olarak değerlendirilmiştir.

Hiç şüphesiz Hz. Mevlânâ, adı ölüme yüklediği mana ile özdeşleşmiş bir zattır. Onun anlatımında artık ölüm “başa çıkılması zorunlu” bir kavram olmaktan çıkmış, özlenen, hasretle beklenen bir “dost” olmuştur. Aslında ölümü bu şekilde anlamlandıran ilk zat Mevlânâ değildir; özellikle tasavvuf erbabı için bu algılayış çok âşinâdır.[6] Bu, ölümden sonra dirilişe keskin bir imanın ve çok sevilen Allah’la aradaki perdelerin kalkması özleminin tabii neticesidir.[7]

Mevlana’nın Vasiyeti:

“Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söz söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun.”

 

MEVLÂNÂ,  MESNEVΠVE KUR’ÂN

Doç. Dr. Hüseyin GÜLLÜCE 
(Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)

      Geçmiş  ve geleceğin ilmini kapsayan ilahî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm’i tefsîr etmek, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Hz. Peygamber’in vazifelerinden biri”dir. Bu görevini de hakkıyla yerine getiren Hz. Peygamber, pek çok hadisiyle onu açıklamış, başta ümmeti olmak üzere bütün insanların Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamalarına yardımcı olmuştur. Onun varisleri olan alimler de bu vazifeyi ifâ etmeyi sürdürerek, Kur’ân’a pek çok kıymetli tefsirler yazmışlardır.

      Hz. Peygamber devrinden sonra İslâmî ilimler, ehliyetli alimler tarafından tasnif ve tedvîn edilmeye başlanmış, bu hayırlı çalışmalar, Mevlânâ’nın yaşadığı 7/13. asra kadar devam etmiştir. Bu asırlarda artık İslâmî ilimlerin tasnif işi hemen hemen tamamlanmış, çok değerli eserler vücûda gelmiştir.

      Mevlânâ gerek doğduğu şehir olan Belh’de ve gerekse ömrünün çoğunu geçirdiği Konya ve seyahat ettiği Şam ve Halep’de böylesine zengin ve geniş ilim mirasına kavuşmuş, onlardan en güzel şekilde istifade etmesini bilmiştir. O zamanlar en büyük ilim ve irfan merkezlerinden biri olan Anadolu ve Konya’da “Mollâ-ı Rûm” yani “Anadolu’nun Alimi” diye anılan biri olmuştu. O, derin ilim ve irfanını başta, “Sultânu’l- Ulemâ” diye meşhur olan babasından, muhakkik bir alim ve arif olan Burhâneddîn Muhakkik-i Tirmizî’den, uzun yıllar süren tahsil hayatında karşılaştığı devrin diğer büyük alim ve ariflerinden tahsil etmiş, sonunda da büyük ariflerden biri olan Şems-i Tebrîzî ile irfan sohbetleri yaparak, ilim ve irfan meydanında İslâm aleminin yetiştirdiği ender şahsiyetlerinden biri olmuştur.

      Şüphesiz Mevlânâ gibi büyük bir İslâm alimi ve arifinin bizlere miras bıraktığı en değerli eseri “Mesnevî-i Ma’nevî” isimli kitabıdır. Doğu ve Batının, kendi zamanına kadarki ilim, irfan ve kültürünün bir sentezi olan Mesnevî, başta Allah sevgisi olmak üzere, insanın mebde ve meâdından, onun mahiyet ve görevinden, ahiret hayatından, İslâm’ın emir ve tavsiyelerinden, insanı insan yapan güzel huy ve karakterlerden, insanlıkla bağdaşmayan kötü ahlak ve davranışların kötülüklerinden; Kur’ân ayetlerinin, hadislerin ve elde ettiği ilim mirasının ışığı altıda, şiir diliyle ve bir takım temsil ve hikayeler aracılığıyla bahsetmektedir.

      Mesnevî’nin bu kendine has üslûbundan dolayıdır ki, bazıları, onu basit bir eser olarak telakki etmiş, asıl maksadını sezememişlerdir. Aslında Mesnevî’nın maksadı, Kur’ân’ın da asıl maksadı olan insanları, dünyada, yaratılış gayesine uygun olarak yaşayan, mahlukat arasında tekrîm ediliş özelliğine muvafık davranan kâmil insanlar yetiştirmektir. Yazılış gayesi, Kur’ân’ın maksatlarıyla aynı olan Mesnevî, elbette ki, Kur’ân’ın tefsîrlerden sayılabilecek kadar onu izah eden bir eser niteliğindedir.

      Mesnevî  bu fonksiyonunu yerine getirirken, diğer İslâmî eserler gibi, ilhamını Kur’ân’dan alarak ayetleri direkt veya dolaylı olarak tefsîr etmektedir. Bir yandan Kur’ân-ı Kerîm’i klasik tefsîr kitapları gibi, kelime kelime, ayet ayet, sure sure ele alıp tefsîr etmediğinden, klasik anlamda tefsîr kitabı sayılmazken, diğer yandan Kur’ân’ın beyan ettiği hakikatleri, gayeleri ele alıp açıkladığından Kur’ân’ın bir tefsîri sayılmış ve bu husus birçok alim tarafından ifade edilmiştir.

      Mevlânâ tarafından “keşşâfu’l- Kur’ân” büyük çoğunluk tarafından “mağz-ı Kur’ân” olarak isimlendirilen Mesnevî, sanıldığı gibi ayetlere sadece işârî yorumlar getirmemiş, birçok ayeti rivâyet ve dirâyet metodlarıyla çok güzel bir şekilde tefsîr etmiştir.

      Mevlânâ Mesnevî’yi, devrine kadar yazılmış, rivâyet, dirâyet ve işârî tefsîrlerden ve tefsîr usûlü kitaplarından elde ettiği bilgiler ışığında yazmıştır. Kendisinin ilmi, dirâyeti ve manevî bilgilerini de ekleyerek, zaman zaman orjinal te’vîl ve izahlar yapmıştır. Yaptığı te’vîl ve işârî yorumlar, asla Kur’ân’ın zâhirini inkar ve ona alternatif olmayıp, belki Kur’ân’ın işâret ettiği bâtınî manalarının ortaya konulması amacıyla yapılmıştır.

      Mesnevî, kesinlikle dinde reform yapmamış, temel kaynaklara aykırı fikirler ileri sürmemiş ve böyle bir iddia da bulunmamıştır. Mesnevî,  Taberî, Mâverdî ve İbnü’l- Cevzî gibi rivâyet tefsîrlerinden zaman zaman uzunca iktibaslarda bulunmuş, bunun yanında bazı faydalı sonuçlara da yer vermiştir.

      Zemahşerî ve Râzî gibi dirâyet tefsîrlerinden faydalanmakla beraber, birçok ayeti de kendi ilmi ve dirâyeti ile tefsîr etmiş, kelâmî meselelerle ilgili ayetlerin izahında Ehl-i Sünnetin görüşlerini savunarak, diğer fırkaları, bilhassa Mutezile’yi tenkit etmiştir.

      Kuşeyrî, Sülemî ve İbn ‘Arabî gibi işârî tefsirlerden etkilenmiş ve diğer yerlerde olduğu gibi onlardaki bilgileri de, zamanının adeti üzere kaynak göstermeden kullanmış ve zaman zaman işârî tefsîrin kabul şartlarını taşıyan kendine has, orijinal manalar da ortaya koymuştur.

      Mevlânâ, ister rivâyet, ister dirâyet, isterse işârî tefsîr olsun, bu bilgilerin kuru kuruya verilmesinden yana olmamış, Kur’an’ın hayata geçirilmesine vurguda bulunmuştur.

      Mesnevî, esasen tasavvufî bir eser olması itibariyle, klasik tefsîr kitapları gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona kadar tefsîr eden bir eser değildir. Buna mukabil, Kur’ân’ın temel konuları olan, tevhîd, Allah, insan , rûh, peygamberler, veliler, vahiy, ilham, melekler, kitaplar, dünya ahiret, kader, nefis, kötü ve güzel huylar vb. itikadî ve ahlakî konularla ilgili ayetleri ele alıp tefsîr etmektedir. Ahkâm ayetlerinin tefsîriyle ise, ilgilenmemiş ve bu konuları, o sahada yazılmış eserlere havale etmiştir.

      Tasavvufun, mücerred ve metafizik konulardan oluşması ve bu doğrultuda yapılan işârî tefsîrlerin de aynı karekteri taşımasından dolayı, konu, bir kısım temsil ve hikayelerle anlatılmaya çalışılmış, tefsîrler dolaylı olarak yapılmıştır. Bazı başlıklar, “… ayetinin tefsîri” şeklinde olmakla beraber, çoğu kez, böyle bir başlık verilmeden de ayetler ve onların tefsirlerinden, konunun akışı içinde bahs edilmiş, bazen ayetler zikredilmeksizin kendisine telmihte bulunularak tefsîri yapılmış, bazen de tefsîr yapılmadan, lafzen veya meâlen beyitler arasında kullanılmıştır. Yeri geldikçe de Kur’ân’a ve tefsîr kitaplarına bakılması istenmiştir.

      Mesnevî’de birçok hikaye ile karşılaşırız. Bu hikayeler aslında bazı ayet ve hadislerin manasını açıklamak, mücerred konuları müşahhas hale getirmek için anlatılmıştır. Bu hikayeler, kuş avlamak için yere serpilen daneler gibidir. Dikkatleri celbedilmek gayesiyle anlatılan bu hikayeleri anlamak için, Kur’ân ve hadis kültürüne vâkıf olmak gerekir. Nitekim “Mesnevî’yi okutabilmek için verilen Mesnevîhânlık icâzetnâmelerinin, iyi bir tefsîr kültürüne sahip olan Mesnevî şârihi İsmail Ankaravî’nin yaptığı açıklamalar doğrultusunda okutulması şartıyla verilmesi” de bu amaçladır.

      Mesnevî’de bazı ayetler tek tek açıklanmakla beraber, bazen de Kur’ân’ın geneli hakkında açıklamalar yapılır. Mesela “Kur’ân’ın, baştan sona edebi öğreten ilahi bir kitap olması”, “sebeplerin ötesinde müsebbibu’l- esbâb olan Allah’ı görme ve dâima O’na tevekkül etme”den bahsetmesi bu şekildeki izahlara örnek oluşturmaktadır.

      Netice olarak diyebiliriz ki Mesnevî, Kur’ân’ı açıklayan, onun anlaşılmasına hizmet eden bir eserdir.

MEVLANA CELALEDDİN RUMİ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Yrd. Doç. Dr Ali Utku
(
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi)

Ahmet Hamdi Tanpınar bir gün Yahya Kemal’e “Neydi bu eskilerin hayatı acaba? Nasıl yaşarlardı?” diye sorar. Üstad gülerek “Gayet basit”, der, “pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak.” Bir keresinde de Bağlarbaşı`ndan Karacaahmet`e inen yolda, –kim bilir hangi vesile ile– canlanan maziyi yakalama arzusuyla aynı düşünceye dönerek “Medeniyetimiz Mesnevi ve cihat medeniyetiydi” dediğini aktarır Tanpınar. İlgisiz görünen bu başlangıç aslında manidardır. Nitekim II. Dünya Savaşı’nda Alman işgal kuvvetlerindeki askerlerin bir ceplerinde Nietzsche’nin Zerdüşt’ünün bir ceplerinde İncil’in bulunduğu ifade edilir. Bu anektotlar, zamanın ruhunu okumak için nereye müracaat edeceğimize işaret eder. Öyleyse Anadolu’nun manevi motivasyonunu belirleyen bir metin olarak Mesnevi’ye nüfuz etmek, bir dönemin sosyo kültürel ve beşeri panaromasını çıkarmak için de hareket noktası olabilir. Mevlana İslam kültür dünyasında Tasavvuf hareketinin sistematik bir öğreti kimliğini kazandığı kemal dönemini temsil eden özgün mutasavvıflardan biridir. İslamlaşma sonrası Türk düşüncesinin tasavvufi bir karakteristik taşıdığı bilinir. Örneğin bu tasavvufi karakteristiği Hilmi Ziya Ülken’in Türk Tefekkür Tarihi adlı eserinde izlemek mümkündür. Tam da o dönemde İbn Arabi, Şems-i Tebrizi, Sadreddin-i Konevi ve Mevlana gibi sufiyyenin dört büyük isminin yollarının Konya’da kesişmesi, anadolunun manevi ikliminin oluşumda önemli bir dönüm noktası olarak görünür. Bu bağlamda başlangıçta andığımız Yahya Kemal anekdotundan hareketle Mesnevi’nin, yazıldığı dönemden bugüne Anadolu topraklarında insan ve toplum hayatının olduğu kadar, yüksek kültür ve sanat çevrelerinin de karakteristiğini yansıttığını söylemek abartı olmayacaktır.

Bilindiği üzere tasavvuf, İslam düşüncesinin en dinamik unsurlarından bazılarını içeriyor ve Mevlâna Tasavvufi düşüncenin önde gelen isimlerinden biridir. Her dönemde ve her anlamda, müspet veya menfî merkezde yer almış ve gündemde kalmış bir şahsiyettir en önde gelen isimlerinden biridir. Bu yüzden klasik ve modern zamanların, Doğu ve Batı dünyasınn sürekli odaklarından birini teşkil etmiştir. Modernleşme sürecinin erken evrelerinde Tasavuf hareketi kavramsal ve kurumsal kimliğine yönelik ciddi eleştirilerle karşılaşmışsa da, tarih içinde ürettiği eserlerin biçim ve içerik zenginliği söz konusu eleştirileri bertaraf ederek, hatta modernlik formasyonunun eleştirisinin önemli kaynaklarından biri haline gelmiştir. Bunda modern dünyanın yol açtığı anlam-değer sorunlarına hitap eden benliğin tekâmülüne dayalı bir mesajı gündeme getirmesinin rolü vardır. Mevlana’nın ismi ve eseri bu bağlamda önemli referanslardan birini teşkil eder. Eserinin içeriğinin olduğu kadar, sembolik-alegorik-metaforik üslubunun yetkinliğini de göz önüne almak gerekir. Bununla beraber Mevlana’nın anlama ve yorumlama çabasıyla geleneksel düşünce kalıplarımız dışında Batılı düşünce geleneğine yapılacak başvuruların bir tür oryantalizm tehlikesi taşıdığının da unutulmaması gerekir? Geleneği yaygın teori ve ideolojilerin –örneğin Aydınlanma hümanizminin– kıskacına kaptıran okumaların zaafları üzerinde düşünülmelidir.


[1] Eflâkî, II, s. 618-620.

[2] Mehmet. S. Aydın, “İnsân-ı Kâmil”, DİA, İstanbul 2000, XXII, 330, ss.330-331.

[3] Aydın, “İnsân-ı Kâmil”, DİA, XXII, 330.

[4] Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, 4.bs., İFAV. Yay., İstanbul, 1994, s.119.

[5] Mesnevî, çev. İzbudak, IV/194, b. 2702, (IV/376).

[6] Mehmet Demirci, “Ölümdeki Hayat: Tasavvuf Düşüncesinde Ölüm”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 4, Eylül 2000, s.10, ss.9-16.

[7] F. Asiye Şenat Kazancı, Kur’an’da Ölüm – Mevlânâ’da Şeb-i Arûs: (Karşılaştırmalı Bir Çalışma), Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevîlik Sempozyumu Bildiriler I 26-28 Ekim 2007, s.217, ss.217-224.

📆 02 Ocak 2010 Cumartesi 19:22   ·   💬 0 yorum   ·   ⎙ Yazdır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ERZURUM'DA HAVA

ERZURUM
Esentepe Avrupa Konutları
YENİ SAYI

YAZARLAR

RÖPORTAJLAR

ANKET

Üzgünüm, şu anda etkin anket yok.

BAĞLANTILAR