Eşref Özoltulular adlı yazarın ilk romanı olan bu eser; 1914- 1918 yılları arasındaki Erzurum tarihine ışık tutmaktadır. Yakın bir dönemin acı gerçeklerine parmak basan bu kalem mahsulü; Erzurum’daki Rus işgalini anlatır. Bu işgal sırasında yaşananlar ile Ruslarla beraber hareket eden Ermenilerin şehir halkına reva gördükleri zulüm ve katliamlar konu edinilir. Gerçek isimler ve gerçek hadiseler; muhayyel unsurlarla beslenmiş ve eser sağlam bir kurgu içine oturtulmuştur.
Eserin mekânı Erzurum ve çevresidir. Roman, dört yıllık bir zaman dilimini konu edinmekle beraber, 1916-1917 ve 1918 yılları üzerinde özellikle yoğunlaşır. Ayrıca bu kalem tecrübesinin sonunda şehrin kurtuluşunu takip eden ilk yedi yıl ile ilgili kısa, derin ve çarpıcı bir ek kısıma yer verilir.
Birinci Dünya Savaşı yılları içinde Erzurum’da soğuk, açlık, yokluk ve hastalıkla boğuşularak verilen hayat mücadelesi, ayakta kalabilmeyi son derece zor bir hâle getirmiştir. Fakat Rus işgali ve onun paralelinde gerçekleşen Ermeni işkence ve kıyımları hiç bir canlıya hayat hakkı tanımamaya azmetmiş bir boyutta cereyan eder. İmparatorluk; aynı anda dokuz ayrı cephede savaştığından şehirde eli silah tutan erkek nüfus neredeyse kalmamıştır. Bu mazlum, vakur, mert ve mütevekkil halkın bir kısmı çareyi Batı’ya doğru göçmekte bularak şehri terk etmiş; daha çok yaşlı erkek, kadın ve çocuklardan oluşan bir kısım ahali ise imkânları ölçüsünde dayanmaya ve mukavemet göstermeye çalışmıştır. Mücadele, bir nefis müdafaası, bir vatan müdafaasıdır. Şehri yakmış, yıkmış, yağmalamış, anne karnındaki bebekten ak sakallı pirifânilere kadar nice canlara kastetmiş düşman; görünürde Ermenilerdir. Ruslar, savaş kurallarına uyarak, şehirdeki sivil halka dokunmamış, çalıp çırpmamış ellerinden geldiğince asayişi korumaya çalışmışlardır. Fakat Rus ordusu içindeki Ermeni askerler ile Ermeni çeteciler, askerlik ahlakından yoksun başı bozuk gruplar hâlinde hareket ederek, benzeri görülmedik, misli duyulmadık bir biçimde vahşet sergilemişlerdir. Onlar her türlü melaneti büyük bir zevkle gerçekleştirirken, Ruslar bu güruhlar karşısında âciz, otorite sağlayamayan kimseler olarak gösterilirler. İşgal güçleri; Ermenilerin dağı taşı titretecek, kurdu kuşu utandıracak mezalimlerini ya görmezden gelmekte, ya da bir kaç sonuçsuz soruşturmayla geçiştirmektedirler. Şehirdeki yabancı misyon ve basın mensupları ise şahit oldukları elim hadise silsileleri karşısında suskun kalmayı tercih etmiştir. Katliam, işkence, talan ve tecavüzlerden habersizmiş gibi görünmek menfaatlerine ve işlerine uygun gelmiştir.
Eserin ana kahramanı Doğu cephesinde savaşmakta olan yüzbaşı Mehmet’tir. Genç karısı ve küçük oğlunu İstanbul’da bırakarak cepheye atılan bu idealist subay, bir Ermeni çetenin eline esir düşer. Yüzü ve gövdesi ateşe tutulmak suretiyle yakılan bu genç askerin bir gözü oyulur. İşkence yoluyla bedeninde çeşitli yaralar açılır. Dili kesilir. Bütün bu felaketlerin üstüne savaş ortamındaki yoğun top ve tüfek seslerinden dolayı işitme duygusunu yitirmiştir. Mehmet, bu hâlde iken zulüm mahallinden kaçarak kurtulmak fırsatını yakalar. Fakat ne yazık ki, nice badireler atlatarak hayatta kalmış olmayı başarmasına rağmen hafızasını kaybetmiştir.
1. Dünya savaşının farklı cephelerinden toplanarak, ailelerine teslim edilmek üzere Erzurum’a getirilen hasta ve yaralı erat arasında Mehmet de vardır. Askerdeki oğullarının dönüşünü beklediği hâlde elleri boş kalan Hacı Muhlis Bey ile eşi, bu görünüşü ile insanı ürküten sahipsiz askeri merhameten yanlarına alırlar. İsimlerini bilmedikleri bu perişan gence askerdeki oğulları Agah’ın adını verirler. Agah, bu yeni ailesinin hayat şartlarına kısa zamanda uyum sağlayarak, evin ahırı ile hayvanlarının bakımını üstlenir. Aile fertleri, bu çalışkan, iş bilir ve hâlden anlayan genç askere kısa zamanda alışır ve ona büyük bir sevgi ve saygı ile bağlanırlar. Mehmet de hane halkına ve evin çocuklarına karşı vefa ve muhabbet hisleri besler.
Bu arada Ermeniler evlere sık sık baskınlar düzenlemekte, zorla girdikleri ocakların halkını işkenceyle öldürmekte, genç kız ve kadınlara tecavüz etmektedir. İş vermek, tarlada çalıştırmak bahanesiyle toplatılan ahaliyi, uzak yerlere götürerek toplu halde katletmektedirler. Ermeni çeteler sık sık köylere saldırmakta, korumasız ve savunmasız köylülerin tamamını türlü zulüm modelleri uygulayarak öldürmektedirler. Haberleşme imkânı olmadığından kimse diğer mahallelerde veya köylerde neler olup bittiğini bilmemektedir. Fakat yine de şehir halkını teşkilatlandırmaya çalışan kanaat önderleri kendi mıntıkalarını korumaya çalışmakta, bir iş birliği ağı oluşturmakta, halkın zayiatını azaltmak adına sık sık uyarılar yapmaya çalışmaktadır. Erzurum halkı; eldeki imkânların kısırlığına mukabil işgale boyun eğmeyerek, olağanüstü bir direniş gösterir. Keskin bir nişancı olan Agah, bu savuma hatları içinde pek çok Ermeni’yi öldürerek, düşman kuvvetlerince fark edilir. Genç subay, son olarak da zorla evlerine girdikleri ailenin -saklanmayı başarmış bir bir çocuk hariç- bütün üyelerini hunharca katleden Ermeni çetecileri imha eder. Fakat Agah takip edildiğini ve tehdit altında olduğunu bilir. Kendi ailesi bildiği Hacı Muhlis ailesini koruması gerektiğini düşünerek, Kürt Haşim adlı bir dostun da desteği ve refakatiyle evin gelini ve üç çocukla birlikte şehrin dışına çıkar. Maksadı, Eğerli dağındaki bir mağaraya sığınmak ve emanetindeki kadın ve çocukları mukadder saldırılardan korumaktır. Genç subay ile Kürt Haşim; dağ yolunda karşılarına çıkan Ermeni milislerini bertaraf ederler. Fakat, diğer Ermeni çeteleri bu küçük kafileyi takip ederek korundukları mağaranın yakınına kadar gelmeyi başarırlar. Neticede gerçekleşen müsademede Ermeniler çokca zayiat verirlerse de Mehmet, vurulur. Tam da bu günlerde Kâzım Karabekir kumandasındaki Türk askeri şehre girdiğinden Erzurum kurtulur.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu roman çerçevesinde şöyle bir değerlendirme yapabiliriz : Bu tip eserler; zamanın tozlu perdelerini kaldırarak yaşanmışlık hikâyelerini genç nesillere tanıtan, millî hafıza ve tarih şuuru oluşturmaya yarayan çok önemli bir görev üstlenirler. Uzun asırlar boyunca hem beşiğimiz hem de mezarımız olan, üzerinde bin bir hatırayı barındıran, alın terimiz ve al kanlarımızla karılan bu topraklarda verilen ölüm kalım mücadelelerini işleyen sanat eserlerinin varlığı hayati bir önem taşır. Zira bu kabil bahislerin çok sayıda kalem erbabı tarafından farklı boyutlarıyla işlenerek gündeme taşınması elzemdir. Tarihî gerçeklerin şiir, roman, hikâye, hatıra gibi edebi türler içinde işlenmesi sinema, tiyatro ve televizyon filmi haline getirilerek; kitlelere mal edilmesi geleceği geçmişin üzerine şekillendirmek adına da bir ehemmiyet arz eder. Bizim bu hususlarda yeterince uyanık, verimli ve üretken olduğumuz söylenemez.
Sadece uzak tarihimiz değil, yakın tarihimiz de nisyana gömülmüştür. Gençler, ata- dedelerinin neler yaşadıklarını, hangi amansız mücadelelerden geçtiklerini ancak böylesi edebi eserler yoluyla hafızalarına nakşedebilirler. Bir kamu vicdanı oluşturmak, ancak millî vicdanları ve millî hafızayı donatmakla mümkün olacağından, bu tarz kalem mahsullerinin fonksiyonunun çok yönlü olduğunu söyleyebiliriz. Hele Ermeni çığırtkanlığının global ölçekte dile getirildiği, her dem taze tutulduğu günümüzde; haklı bulunanların ve gerçek mağdurların daha cesur, daha tok sesli olmaları ancak, bu çeşit sanat eserleri ile ilim eserleri sayesinde mümkün olabilir.
Bu eserin kurgusu içinde Azeri Türklerinin bu zor yıllarda yanımızda yer alarak maddi ve manevi her çeşit yardımı sağlamaya çalışarak, şehri ve şehir halkını desteklediği ifade edilir. Romandaki bu vurgulama; Türk dünyasının bir bütün olduğunu, her halûkârda birinin yekdiğerinin imdadına yetişeceğini ifade eden yerinde bir işaret taşı mahiyetini taşır. Eserdeki Mehmet ile Kürt Haşim dayanışması ise bir başka önemli hususa dikkat çeker. Türkler ve Kürtler yan yana tek yürek, tek bilek olarak topraklarını savunmuşlar, birlikte nice şeref sayfasına imza atmışlardır. Günümüz şartlarında bir kere daha bu hususun altını çizmekte yarar vardır.
Erhan Özoltulular, yoğun bir okuma ve araştırma dönemine ilaveten büyüklerinden ve çevresinden dinlediklerinden de yola çıkarak belgesel kıvamında böylesine manidar bir işe koyulmuştur. Yazarın, mekânın ve zamanın ruhunu yakalamakta başarılı olduğu, hadiselere içten nüfus ettiği, yaşananları derununda hissederek satırlarında duyurmaya çalıştığı söylenebilir.
Bu roman ve mukabil sanat eserlerinin bu konulardaki kalem tecrübelerinin artması için teşvik edici bir rol oynayacağı düşünülebilir. Bu eserin başta İngilizce olmak üzere pek çok yabancı dile çevrilerek, daha geniş okuyucu kitleleriyle buluşması gerektiğini söyleyerek; bu kutlu çabasından dolayı, Erhan Özoltulular’ı tebrik ederim.