Atatürk Üniversitesi 15 Ocak’ta çok anlamlı bir toplantıya, daha doğrusu bir törene ev sahipliği edecek. Belki birçok kimsenin dikkatini çekmemiş olsa da, bu törenin hem Atatürk Üniversitesi’nin tarihsel sürecini anlatması, hem de ahde vefa açısından son derece ciddiye alınması gerekmektedir.
Üniversiteden gelen davetiyede aynen şunlar yazıyordu:”Rektörlüğümüzce üniversitemize 35 yılını veren öğretim üyeleri için düzenlenen plaket ve üniversitemizi ilk 5000’de tercih eden öğrencilerimize verilecek burs ile bilgisayarların takdim törenini onurlandırmanızı dileriz.”
Cumhuriyetten sonra yarım asrı aşan tarihe sahip bir üniversitemiz var, ancak bundan asırlar öncesine dayanan da bir üniversite kültürümüz ve tarihimiz mevcut: Yakutiye ve Çifte Minareli Medrese…
Bugün medarı iftiharımız olan Çifte Minareli Medrese ve Yakutiye, hem de Osmanlı’dan çok önce bu şehirde birçok medeniyetin yaşadığını ve köklü bir üniversite kültürü oluşturduğunu göstermektedir. Atatürk Üniversitesi ise, bu büyük birikimin üzerine bina olmuş çağdaş cumhuriyet eseridir.
Yani Erzurum’un üniversite ile vuslatı, çok öncelere dayanmaktadır.
Buna rağmen Atatürk Üniversitesi, bu şehrin, bu bölgenin, hatta nihayetinde ülkenin eğitimindeki köşe taşlarından biridir. “Üniversite kuran üniversite” şöhretine, ense yaparak ulaşmış değil…
Benim kuşak, üniversiteyi Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul’un rektörlük yaptığı dönemle tanıdı. O yıllar her ne kadar demokrasi, özgür üniversite ve insan hakları açısından çok da sevimli bir süreç olmamasına rağmen, Hurşit Bey, son derece medeni, ilme önem veren ve çağdaş eğitimi önemseyen bir rektördüyse de, şartlar militarizmi kutsuyordu ve fikir özgürlüğü veba gibi tehlikeli bir hastalıktı…
Buna rağmen Atatürk Üniversitesi, tıp, edebiyat, tarih, ziraat ve işletme gibi temel alanlarda, ülke çapında haklı bir şöhrete sahipti. Hani derler ya, deve dişi gibi adamlar vardı, hakikaten öyleydi. Atatürk Üniversitesi yüksek bilim heyetinde hatırı sayılır bir noktadaydı…
68’li yılların efsane rektörü Prof. Dr. Kemal Bıyıkoğlu’nun koltuğu ateşe verildiğinde, bizim jenerasyon henüz emekleme döneminde olduğu için, olup bitenleri okumak veya hatıralardan dinlemek zorunda kaldık…
Fakat Prof. Dr. Hurşit Ertuğrul dönemini sindire sindire yaşadım, hem de genç bir muhabir olarak…
O yılları unutmak ne mümkün; Erzurum’da yiğit ve harbi erkekler, elegant hanımlar vardı.
Yani şairin dediği gibi henüz iyi insanlar iyi atlara binip gitmemişlerdi…
Başka bir ifadeyle bu şehirde o yıllarda, meyhaneden eve gelen bir kişi ile sabah namazına gitmek için evinden çıkan müminin sokak başında karşılaşıp, birbirlerine “hayırlı sabahlar” diledikleri seçkin bir dönemdi…
Kurtla kuzu aynı çayırda otlamasına otlamıyordu belki, ama kurdun da kuzunun da hakkının zail olmadığı bir şehirdi Erzurum…
Şehirler içinde ser bir şehirdi Erzurum…
Gammazlık…
Alçaklık…
Hıyanet…
O zamanlar bu şehrin aşina olmadığı çirkin maskelerdi…
Tamam, belki İbrahim Hakkı sürgün, Emrah da mezarsızdı; lakin Reyhani de henüz yitip gitmemişti bu diyarlardan…
Ziya Paşa da bilinirdi o yıllarda, Nef’i de…
Sümmani de yabancısı değildi bu ellerin…
Solakzade’ye hürmet gösterilir, Pir Alibaba’ya rahmet okunurdu…
Deniz Gezmiş hiç dışlanmadı, Fetullah Gülen hep sevildi…
Erzurumlu bilirdi ki, Nurettin Topçu ve Mümtaz Turhan’ı çıkaran bu topraklar engin bir ilmin ve hoşgörünün harman olduğu bir muhittir…
Mehmet Kırkıncı da olacaktı elbette, Osman Bektaş da…
Bizi biz yapan bir renk armonisiydi bütün bu mozaik…
Delisi de vardı, velisi de…
Sarhoşuyla da bir güzeldi Erzurum, mollasıyla da…
Hoş herkes farkındaydı ki, bu şehir aynı zamanda, bu milleti istiklaline kavuşturan mübarek yolculuğun başladığı şerefli bir beldeydi…
Ya da Antep’e “gazi”, Urfa’ya “şanlı”, Maraş’a, “kahraman” unvanı verildiği bir dönemde, “Erzurum’a hangi unvanı verelim?” sorusuna karşılık, “Erzurum adı, başlı başına bir unvandır, ilaveye lüzum yok” itirazının yükseldiği bir şehirdi o vakitler…
Sonra, köprülerin altından çok sular aktı…
Gündelik hayat açısından zor da olsa yeni bir dönem başlıyordu…
Türkiye artık demokrasiyle yeniden tanışmıştı ve militarizm nostalji olmaya adaydı…
Bu kez Prof.Dr. Erol Oral’lı yıllar başladı… Önceleri cemaatçi dediler, kayıtla yaklaştılar ve hep hesap içinde bir hesap aradılar…
Ama sonunda görüldü ki, Oral Hoca, belki bir cemaate müntesipti, belki fazla şeffaf biri değildi; lakin icraatıyla gösterdi ki adam gibi bir adamdı. Çünkü, en zor zamanlarda yani 28 Şubat sürecinde, bugün bir çok sahte kahramanın aksine Hoca, o sırada hep adaletten ve demokrasiden yana tavır aldı. Bu yüzden de şayet Demirel Cumhurbaşkanı olmasaydı görevden çoktan alınacak bir rektördü.
O’nun en büyük telif eseri ise, üniversiteyi halka açmak olmuştur…
Seveni kadar eleştirenler de vardı…
28 Şubat, Oral Hoca’nın rektörlüğü döneminde Atatürk Üniversitesi için şu hükmü vermişti:
“Rektör müderris, üniversite medrese”
Ne zalim ve ne hazin bir gerçekti ki, bu hükmün mimarı da yine aynı üniversitenin bir hocasıydı hem de tarihçi bir profesördü…
O hoca; referansını bilimden, tarihten, hukuktan ve demokrasiden almak yerine, o gün itibariyle apoletlilerden almayı tercih etmişti. Haki rengini seviyor, yeşile kin besliyordu. Doğrusu şimdi hangi noktadadır bilmiyorum, ama kesin olan şu ki, o gün ki gibi Atatürkçü değildir!
Zaman çabuk geçti… Erol Hoca’nın iki dönemlik rektörlük süresi bitip, yerine laik, Kemalist ve YÖK’ün ziyadesiyle sempatiyle baktığı bir isim rektörlük koltuğuna oturdu:
Prof.Dr. Yaşar Sütbeyaz…
Bu sefer de herkes bekledi ki, Atatürk Üniversitesi üniversite olmaktan çıkacak, Temerküz Kampı’na dönecek. Allah diyen kapı dışı edilecek, fakültelerin önüne kurulacak dar ağaçlarında dindar olanlar teker teker ipe çekilecek!
Bilmiyoruz belki bazı çevreler Hoca’dan böyle bir eylem yapmasını beklemiş olabilirler ama Yaşar Hoca, işin bu yanına hiç prim vermedi. O, üniversiteyi bilimde ve çağdaşlıkta yarıştırmayı ve üniversiteye irtifa kazandırmayı murad etti.
Hakkını teslim edelim ki, Hoca bu kutlu mücadelede son derece başarılı oldu…
Atatürkçü olmaktan da vazgeçmedi, demokrasiden de…
Böylelikle bazı andavallılara gösterdi ki, bir yönetici hem Atatürkçü hem de demokrat olabilir… O da iki dönem rektörlük yaptı; her ne kadar seçilme şekli demokrasiye uygun olmamıştıysa da, yönetim biçimi hep hukuktan ve çağdaş bilimden yana oldu.
Çetin ve alengirli yıllardan geçip geldik…
Türkiye bugün, dün düşünmekten dahi korktuğumuz şeyleri konuşur oldu. Sancımız da var endişemiz de… Fakat yarınlardan da umutluyuz.
Yarım asrı geride bırakan Atatürk Üniversitesi’nin rektörlük koltuğunda bugün Prof.Dr. Hikmet Koçak oturuyor.
Muhafazakar…
Bilime ve bilim insanına saygılı…
Dünyadan haberdar ve unıversial olmayı biliyor…
Sağduyu sahibi…
Mutedil…
Hümanist…
Çünkü O, bir tıp adamı ve işi kalp…
Yani sevgiyi anlamadan kalbi bilemez…
O’nun için de önceleri aynı endişe vardı: Atatürk Üniversitesi mürtecilerin kampı olacak, laik ve Atatürkçü hocalar tasfiye edilecek…
Olmadı, olmayacak da…
Hoca’nın bütün maksadı, Atatürk Üniversitesi’ni bir dünya üniversitesi kılmak…
İşi zor, hayali çok büyük ve hedefi uzak…
Ama niye olmasın ki?
Erol Hoca’ya önyargıyla saldıranların karşı cephesinde olanlar Yaşar Hoca’ya hücum etmişlerdi. Ama her iki cephe de yanıldı. Ne Oral Hoca üniversiteyi mürtecilere teslim etti, ne de Yaşar Hoca üniversiteyi laikperestlerin tapındığı bir mabed haline getirdi.
Bugün üniversiteye 35 yılını veren hocaları unutmayarak, onları birer plaketle de olsa hatırlayan Hikmet Hoca da, bazılarını yanıltacak, belki de yüzlerini kızartacaktır…
Einstein şöyle diyor:
“Ön yargıyı yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”
Ya da, Nobel Vakfı’nın binasının girişinde yazan şu sözü not edelim:
“Burada aynı şekilde düşünen iki kişiden biri fazladır”
Ben nasıl bir üniversite mi istiyorum?
Söyleyeyim:
Ne izmlerin, ne de koyu taasubun esiri olmayan, özgür düşüncenin yaşayıp yeşerebildiği bir üniversite…
Bu üniversitenin çok uzakta olmadığını biliyorum…