İnsanoğlunun dünyadaki serencamının iz düşümü olan edebî eserler; yaşanmışlıkları hikâye ederler. Yeryüzü serüveni, bütün iniş çıkışlarıyla, bütün ıstırap ve neşvesiyle o külliyatta dile gelir. Bu edebiyat mirasının bütün zamanlardaki hakim söylemi ise bedbin (=kötümser, pesimist) bir dünya görüşü ve sancılı bir hayat algısıdır.
Beşerin zihin ve ruh dünyasında yer alan ve yaşama planında mevcut olan her şey sanat sahnesinde de akis bulur. “Sanat hayatın aynasıdır” sözünün dillere pelesenk olması sebepsiz değildir. Bu dünya seferinde ölüm, ayrılık, savaş, kavga, hastalık, yokluk, kıtlık, tabii afetler, göç, acı, keder, yangın gibi nice eza ve cefa insanı pençesinde ezmiş, yormuş ve bezdirmiştir. Elem, kahır, şikâyet, sızıltı, kırgınlık, kızgınlık, öfke, feryat, isyan ve pişmanlık gibi yakıcı duygular; bu eserlerin ortak paydası olmak özelliğini taşırlar.
Burada akla şu sorular gelebilir :
Ucu görünmeyen evvellerde İnsanoğlu; niye mesut bir merhaba ile yeryüzünü selamlayamadı?
Bu taze başlangıcın bir mutluluk şarkısına dönüşemeyişinin sebebi neydi?
Toprak o kadar geniş iken, nimet o kadar bol iken niye bir ahenk tutturulamadı?
Bu eyyamda sadece av için kapışıldığını, barınak için çekişildiğini düşünmek çok da gerçekçi olmasa gerek.
O turfanda mevsimde de hakim olmak, söz ve hüküm sahibi olmak, ele geçirmek, üstün gelmek, yetki kullanmak, kısacası ille de “baş olmak” gibi iflah kabul etmez zaaflarımızın işin içine karıştığını var saymak yanlış olmaz. Bu zaaf; bazen doğrudan atış yaparak, bazen de zihin çelici kılıflar, göz alıcı libaslar içinde arzıendam ederek dört bir köşeden boy verdi. İnsan, bu hırs çıkmazında her daim kendisini haklı çıkaracak, mazur kılacak, fiillerini her ne olursa olsun meşru gösterecek sebepler bulmakta hüner sergiledi.
Hadi, o efsanevi çömezlik dönemlerini tanıma, bilme, ısınma, sınama, alışma vakti sayalım. O yüzden hatalar yapıldı tarzında bir iyi niyet ortaya koyalım. Hadi bu hazırlık safhası içinde her şey mümkün, her şey mübahtı diyelim. Ama ya o sonraki zamanlar, ya o uzayıp giden devri daimler, ya o bitmez tükenmez yüzyıl koridorları,…
Evet, her dönem hareketiyle, bereketiyle geldi. Her nesil, bir önceki neslin bıraktığını bir ileri merhaleye taşıdı. Her köşe bucaktan bilgi, tecrübe, icat, keşif aktı, aktı, aktı… belli havuzlarda toplandı. Yeniler eskileri okudular, dinlediler, öğrendiler. Her genç nesil devraldığı birikimi bir üst basamağa, bir sonraki durağa taşıdı. Beşer, ortaya çıkan tekâmüle, terakkiye baktığında kendi aklına, kendi emeğine, kendi üretkenliğine hayran kaldı. Gün günden kâinatın sırları bir bir çözülmekte, esrar perdeleri tek tek açılmaktaydı. Ama heyhat, ne kavga eksilmişti, ne de huzur gelmişti. Hele son iki yüzyılda artık huzurun bir ütopya olarak bir yerlerde asılı kalması bile söz konusu değildi. O, ismen de cismen de yitik bir meta olmuş, kayıplara karışmıştı.
Antik Çağların baş tacı edilen kahramanlık ülküsü, Orta Çağların yükselen değeri alperenlik veya şövalye ruhu, klasizmin yüksek perdeli idealist üslubu, romantizmin ruh asaletine yaslanan ince duyarlılığı artık bir masal çeşnisi hükmündeydi. Bu dönemlerin eserleri, her şeye rağmen insanın geleceğinden ümitvar olduğu, beklenti çıtasının hep yüksek tutulduğu bir dünyadan ses vermekteydi. Bu çizgilerin önüne düşen “ izm”ler silsilesi ise hepten ümitsizdiler. Modern ve Postmodern dönemlerin edipleri sanki kör bir kuyunun dibinden çığlık atmaktaydılar.
Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan
Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan
( Faniliğin kan dolu çeşmesinden bir damla içen, bir daha başını belâ yağmurlarından kurtaramaz. Dünyaya gelenin rahat yüzü görmesi mümkün değildir.)
Âsude olam dersen eğer gelme bu cihâna
Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan
(Eğer mutlu ve rahat olmak istersen bu dünyaya hiç gelme; çünkü dünyaya bir defa düşen kaza taşlarından -sıkıntılardan – kurtulamaz.)
Diyen Ziya paşa’nın mısralarında dile gelen ve topyekûn bir karamsarlığı ifade eden bu bakış açısı 19. Ve 20. yüzyılın genel hâletiruhiyesine tercüman olmaktaydı.
Burada şu sorulara cevap arama yoluna gidelim : Beşer; başlangıçta her nasılsa başaramadığı sulh ve sükun içinde olma hâlini zaman içinde kazandığı tecrübe ve bilgi birikimiyle elde edemez miydi?
Dinî hükümler, hukuki yaptırımlar, örfi kurallar ve gelişen medeniyet olgusu bir düzeni oturtmak hususunda etkili olamaz mıydı?
Dünyevi ve uhrevi ceza müesseseleri caydırıcılık rolünü iyi oynayamaz mıydı?
Nice peygamberler, nice ârifler, nice akil ve âdil adamlar bu köhnemiş diyardan gelip geçtiler, Nice bilgeler söz ile, saz ile, yazı ile, hâl ile insanlığın temel doğrularını her şekilde dile getirdiler. Ama nafile…Bütün güzel sözler, bütün evrensel değerler tatlı ve serin bir rüzgâr esintisi gibi, gürül gürül akan bir su şırıltısı gibi lezzetli geldi. O an için içimizi serinletti, ruhumuzu yıkadı. Ama ne hikmetse bir türlü kanımıza karışamadı, mizacımıza karılamadı. “Kal olarak kaldı, bir türlü hâl olamadı”.
Oysa hayat bir mucize, bütün mevcudat bir hikmet hazinesiydi. Her zerrede bir umman, her oluşta bin fen saklıydı. Zaten hikmet bizzat yaradılışın kendinde dile gelmekteydi. Doğan güneş batan gün bile İlahi bir şiirdi.
Neydi derdimiz? Namütenahi nimetlere gark olmuş güzelim dünyaya niye sığamadık. Can kardeşimizden, insan kardeşimizden ne istedik. İnsanla kanmayıp; nebatata, hayvanata kıydık. Ak zambaklar kadar berrak ırmakları neft rengine, ışıl ışıl denizleri katran karasına döndürdük. Gök yüzünün hür maviliklerini dumanla, gazla, asitle boyadık. Vefakâr toprak anayı bile bin bir çeşit zulümle incittik.
Zira hesapsız, kitapsız bir biçimde kana susamış, cana susamıştık. İşkence âletleri yapmakta, işkence çeşitleri icat etmekte akla hayale sığmaz tasarımcı, inanılmaz yaratıcı idik. Hile hurda çeşitlemelerinde uçsuz bucaksız bir muhayyile hiç durmadan işledi. Silah konusuna girmek bile abes. Zira o alandaki başarımız ne ölçüde zeki, ne ölçüde çılgın, ne ölçüde sınır tanımaz olduğumuzun en başat delillerinden biriydi. Kimyadan fiziğe, matematikten metalürjiye, biyolojiden teknolojiye bütün kazanımlarımızı bu uğurda harcadık. Silah sanayi namına ortaya koyduklarımız şeytana rahmet okutacak bir ehliyette olduğumuzu dosta düşmana gösterdi.
Oysa bu ilmi ve bu enerjiyi halis emeller için kullanabilirdik. Kullanamadık, çünkü rehberimiz gözü kara hırsımızdı. Para hırsı, mevki hırsı, şöhret hırsı, ille de iktidar hırsı, ille de iktidar hırsı hiçbir engel tanımadı, hiçbir kayda takılmadı.
Dinî hükümler, ehlidiller hırsın aleyhinde söz söylediler oldum olası. Nihayetsiz zenginliklerin kaynağı olan bu dünyada herkesin payına düşene razı olmasını tavsiye ettiler. Kanaat” en büyük servet” diyerek elindeki ile yetinmeyi öğütlediler. Ama gel gör ki, kimseye söz dinletemediler. Bu kural tanımaz hırs; bir tabiattı. Ona ram olmak ise mukadderat… Savaşmak ise gidişat…
Ama yine de biz bu karanlık tabloyu yok sayma yoluna gidelim. Biz yine de insandan ve insanlıktan ümit kesmeyelim. Daha yaşanılır bir dünya için el birliği, söz birliği, iş birliği ederek mücadele verelim.