- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

HIRS VURGUNU DÜNYA!

İnsanoğlunun dünyadaki serencamının iz düşümü  olan edebî eserler; yaşanmışlıkları hikâye ederler. Yeryüzü serüveni, bütün iniş çıkışlarıyla,  bütün ıstırap ve neşvesiyle o külliyatta dile gelir. Bu edebiyat mirasının bütün zamanlardaki hakim söylemi ise  bedbin (=kötümser, pesimist) bir dünya görüşü ve sancılı  bir hayat algısıdır.

Beşerin zihin ve ruh dünyasında yer alan ve  yaşama planında   mevcut olan her şey sanat  sahnesinde de  akis bulur. “Sanat hayatın aynasıdır” sözünün  dillere pelesenk olması sebepsiz değildir.  Bu dünya seferinde ölüm, ayrılık,  savaş, kavga, hastalık, yokluk, kıtlık, tabii afetler, göç, acı, keder, yangın  gibi nice eza ve cefa insanı pençesinde ezmiş, yormuş ve bezdirmiştir.  Elem, kahır, şikâyet, sızıltı, kırgınlık, kızgınlık, öfke, feryat, isyan  ve  pişmanlık gibi yakıcı duygular; bu  eserlerin  ortak paydası olmak özelliğini taşırlar.

Burada akla şu sorular gelebilir :

Ucu görünmeyen evvellerde İnsanoğlu;  niye mesut bir merhaba ile  yeryüzünü selamlayamadı?

Bu taze başlangıcın bir mutluluk şarkısına dönüşemeyişinin sebebi neydi?

Toprak o kadar geniş iken, nimet o kadar bol iken niye bir ahenk tutturulamadı?

Bu eyyamda sadece av için kapışıldığını, barınak için çekişildiğini  düşünmek çok da gerçekçi  olmasa gerek.

O turfanda mevsimde de  hakim olmak, söz ve hüküm   sahibi olmak, ele geçirmek, üstün gelmek, yetki kullanmak, kısacası ille de “baş olmak”    gibi iflah kabul etmez   zaaflarımızın  işin içine karıştığını var saymak yanlış olmaz. Bu zaaf;  bazen doğrudan atış yaparak,  bazen de zihin çelici kılıflar, göz alıcı  libaslar içinde arzıendam ederek dört bir köşeden boy verdi. İnsan, bu hırs çıkmazında  her daim kendisini haklı çıkaracak, mazur kılacak,  fiillerini her ne olursa olsun meşru gösterecek sebepler bulmakta hüner sergiledi.

Hadi, o efsanevi  çömezlik dönemlerini   tanıma, bilme, ısınma, sınama, alışma vakti sayalım. O yüzden hatalar yapıldı tarzında bir iyi niyet ortaya koyalım.  Hadi bu hazırlık safhası içinde her şey mümkün, her şey mübahtı  diyelim. Ama ya o sonraki  zamanlar,  ya o uzayıp giden devri daimler,  ya o bitmez tükenmez yüzyıl  koridorları,…

Evet, her dönem hareketiyle, bereketiyle geldi. Her nesil, bir önceki neslin bıraktığını bir ileri merhaleye taşıdı. Her köşe bucaktan bilgi, tecrübe, icat, keşif aktı, aktı, aktı… belli havuzlarda toplandı. Yeniler eskileri okudular, dinlediler, öğrendiler. Her genç nesil devraldığı birikimi bir üst basamağa,  bir sonraki durağa  taşıdı.  Beşer, ortaya çıkan tekâmüle,  terakkiye   baktığında kendi aklına, kendi emeğine, kendi üretkenliğine  hayran kaldı. Gün günden kâinatın sırları bir bir çözülmekte,  esrar perdeleri tek tek açılmaktaydı. Ama heyhat,  ne kavga eksilmişti, ne de huzur gelmişti.  Hele son iki yüzyılda artık huzurun bir ütopya olarak bir yerlerde asılı kalması bile söz konusu değildi. O, ismen de cismen de yitik bir meta olmuş, kayıplara karışmıştı.

Antik Çağların   baş tacı edilen kahramanlık ülküsü, Orta Çağların yükselen değeri alperenlik  veya  şövalye ruhu, klasizmin yüksek perdeli idealist üslubu, romantizmin ruh asaletine yaslanan  ince duyarlılığı artık bir masal çeşnisi hükmündeydi. Bu dönemlerin eserleri,  her şeye rağmen insanın geleceğinden ümitvar olduğu, beklenti çıtasının hep yüksek tutulduğu bir dünyadan ses vermekteydi. Bu çizgilerin önüne düşen “ izm”ler silsilesi ise hepten ümitsizdiler. Modern ve Postmodern dönemlerin edipleri sanki kör bir kuyunun dibinden çığlık atmaktaydılar.

Bir katre içen çeşme-i pür-hûn-ı fenâdan

Başın  alamaz bir dahi bârân-ı belâdan

( Faniliğin kan dolu çeşmesinden bir damla içen, bir daha başını belâ yağmurlarından kurtaramaz. Dünyaya gelenin rahat yüzü görmesi mümkün değildir.)

Âsude olam dersen eğer gelme bu cihâna

Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan

(Eğer mutlu ve rahat olmak istersen bu dünyaya hiç gelme; çünkü dünyaya bir defa düşen kaza taşlarından -sıkıntılardan – kurtulamaz.)

Diyen Ziya paşa’nın mısralarında dile gelen ve topyekûn bir karamsarlığı ifade eden  bu bakış açısı 19. Ve 20. yüzyılın genel hâletiruhiyesine tercüman olmaktaydı.

Burada şu sorulara cevap arama yoluna gidelim : Beşer; başlangıçta her nasılsa  başaramadığı sulh ve sükun içinde olma hâlini   zaman içinde kazandığı tecrübe ve bilgi birikimiyle elde edemez miydi?

Dinî hükümler, hukuki yaptırımlar, örfi kurallar ve  gelişen medeniyet olgusu  bir düzeni oturtmak hususunda etkili olamaz mıydı?

Dünyevi ve uhrevi ceza müesseseleri  caydırıcılık rolünü iyi oynayamaz mıydı?

Nice peygamberler, nice ârifler, nice akil ve  âdil adamlar bu köhnemiş diyardan  gelip geçtiler, Nice bilgeler söz ile, saz ile, yazı ile,  hâl ile insanlığın temel doğrularını her şekilde dile getirdiler. Ama nafile…Bütün güzel sözler, bütün evrensel değerler tatlı ve serin bir rüzgâr esintisi gibi, gürül gürül akan bir su şırıltısı gibi lezzetli geldi. O an için  içimizi serinletti,  ruhumuzu yıkadı. Ama ne hikmetse bir türlü kanımıza karışamadı,  mizacımıza karılamadı. “Kal olarak kaldı, bir türlü hâl olamadı”.

Oysa hayat bir mucize, bütün mevcudat bir hikmet hazinesiydi. Her zerrede bir umman, her oluşta bin fen saklıydı. Zaten hikmet bizzat yaradılışın kendinde dile gelmekteydi. Doğan güneş batan gün bile İlahi bir  şiirdi.

Neydi derdimiz?  Namütenahi nimetlere gark olmuş güzelim dünyaya niye sığamadık. Can kardeşimizden, insan kardeşimizden ne istedik. İnsanla  kanmayıp; nebatata, hayvanata kıydık. Ak zambaklar kadar berrak ırmakları neft rengine, ışıl ışıl denizleri katran karasına  döndürdük. Gök yüzünün hür maviliklerini  dumanla, gazla,  asitle boyadık.  Vefakâr toprak anayı bile bin bir çeşit zulümle  incittik.

Zira hesapsız, kitapsız   bir biçimde  kana susamış, cana susamıştık. İşkence âletleri yapmakta, işkence çeşitleri icat etmekte akla hayale sığmaz tasarımcı,  inanılmaz yaratıcı idik. Hile hurda çeşitlemelerinde uçsuz bucaksız bir muhayyile hiç durmadan işledi. Silah konusuna girmek bile abes. Zira o alandaki başarımız ne ölçüde zeki, ne ölçüde çılgın, ne ölçüde sınır tanımaz olduğumuzun en başat delillerinden biriydi.  Kimyadan fiziğe, matematikten metalürjiye, biyolojiden teknolojiye bütün kazanımlarımızı bu uğurda harcadık. Silah sanayi  namına ortaya koyduklarımız şeytana rahmet okutacak bir ehliyette olduğumuzu dosta düşmana gösterdi.

Oysa bu ilmi ve bu enerjiyi halis emeller için kullanabilirdik. Kullanamadık, çünkü rehberimiz gözü kara hırsımızdı. Para hırsı, mevki hırsı, şöhret hırsı, ille de iktidar hırsı, ille de iktidar hırsı hiçbir engel tanımadı, hiçbir kayda takılmadı.

Dinî hükümler, ehlidiller  hırsın aleyhinde söz söylediler oldum olası. Nihayetsiz zenginliklerin kaynağı olan bu dünyada herkesin payına düşene razı olmasını tavsiye ettiler. Kanaat” en büyük servet” diyerek elindeki ile yetinmeyi öğütlediler. Ama gel gör ki, kimseye söz dinletemediler. Bu kural tanımaz hırs;   bir tabiattı.  Ona ram olmak ise mukadderat… Savaşmak ise  gidişat…

Ama yine de biz bu karanlık tabloyu yok sayma yoluna gidelim.  Biz yine de insandan ve insanlıktan ümit kesmeyelim. Daha yaşanılır bir dünya için el birliği, söz birliği, iş birliği ederek mücadele verelim.