Eskiler tasarrufa çok önem verirler, bir lokma ekmeğin, bir kaşık yemeğin bile ziyan edilmemesi hususunda özen gösterirlerdi. Nimet kutsaldı, bir dilim ekmeğin sofraya gelinceye kadar ki uzun ve meşakkatli serencamı bile insan emeğine ve yiyeceğe saygı duymayı gerektiriyordu.
Giyim kuşamda belki de şartların saikiyle hassas bir uygulama vardı. Büyüğün kıyafeti küçüğe kalır, bazen paltolar, ceketler ters yüz edilerek yenilenir, birinci el ürünmüşçesine tekrar kullanım alanı bulurdu. Ayrıca henüz tekstil sanayi gelişmediğinden kılık kıyafet elde üretilirdi. Çamaşırdan gömleğe, pijamadan okul önlüğüne kadar her şey evlerde imal edilirdi. Anneler, ablalar, teyzeler, mahalle terzileri Singer dikiş makinesi başında gündüzleri akşam ederlerdi. Çoraplar, kazaklar, iç fanilaları, atkı ve eldivenler genellikle annelerin ve yakınların ellerinin mahsulü olurdu. “İğneli telli”, “pişirdiği yenilir, diktiği giyilir”, “azı çok eder, yoku var eder” ifadeleriyle anılır olmak bir hanım için iyi hâl kâğıdı yerine geçerdi.
Öğrenciler ders yılı başında yeni kitap almazlar; komşu veya akraba çocuklarından, bazen de okuldaki büyük sınıflardan eksiklerini tamamlarlardı. Kimse böyle bir uygulamadan rahatsızlık duymazdı. Önemli olan ihtiyaçların karşılanmasıydı. Üst tarafı ise teferruattı.
Kültürümüz toku aça, yiyeni yemeyene, giyeni giymeyene, güleni ağlayana, yürüyeni yürümeyene borçlu kabul eder. Bu düşünce ekseninden hareket eden bir algı seviyesi; insanı elinde bulunanlara karşı daha dikkatli olmaya, başkaları karşısında da daha duyarlı davranmaya davet eder.
Bütün dünya gibi Türkiye de hızlı değişim rüzgârlarının tesiriyle her gün yeni bir limanda uyanmakta. Hayat, süratine yetişilemeyecek bir tempoyu yakalamış olduğu hâlde dört nala koşmakta. Hadiseler ise her an kaptan kaba boşaldığından seyrini takip edebilmek neredeyse mümkün olmamakta. Zaman dur durak dinlemeden başını alıp gittiğinden gelip geçenin, olup bitenin üzerinde durup fikir etmeye fırsat bırakmamakta.
Kendi ömür çizgimiz içindeki değişim bile akıl almaz boyutlarda. Küçük bir örnek bile nereden nereye geldiğimizi göstermeye yeter.
Bizim nesil, orta okuldaki (kız okullarında) üç yıl boyunca her sene “ Ev idaresi ve Biçki Dikiş” adı altında bir ders gördü. Orta birinci sınıftaki ilk derslerde yirmi beş santim eninde otuz beş santim boyundaki beyaz keten bir kumaş üzerinde dikiş çeşitleri, düğme dikme, ilik açma (iki çeşit) ve yama yapma (iki çeşit) temrinleri yapıp not aldık. Derste yama öğretilmesi demek, yamanın hayatta uygulanıyor olması demekti. Çünkü Türkiye’de bir çok kimse 60’lı yıllarda yamalı giyiniyordu. Büyüklerimiz “yırtık sökük gezmek ayıptır, ama yamalı gezmek ayıp değildir” şeklindeki bir cümleyi bir düstur olarak tekrar ederdi. Evet, pantolon dizleri, arkaları, ceket ve elbiselerin dirsek yerleri ile çorapların yamandığı bir neslin çocuklarıydık. Uzun savaş yıllarının sarsıntılarından henüz kurtulamamıştık. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş olsak da esintilerinden etkilenmiş bulunan ülkemizin ekonomik şartları kötüydü.
Temenni olan odur ki, herkes bu dünyada insanca bir hayat sürsün. Açlığın, kıtlığın yokluğun pençesinde kıvranmasın. Dünyanın her yerinde insanlar teknolojinin nimetlerini sunan güneşli, havadar evlerde otursun. Kışın ısınabilsin. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden ise kim olursa olsun şartsız yararlanabilsin. Aslında bu talepler içinde bulunduğumuz noktada ne bir ütopya, ne de bir rüya… Dünyadaki israfı önleyebilsek, gereksiz tüketimi kaldırabilsek, lüks harcamaları kısıtlayabilsek kimse aç açıkta kalmadığı gibi doktorsuz ve eğitimsiz de kalmaz. Zira aslında gerçek ihtiyaçlarımız o kadar da fazla değil. Dünya dengeleri ve hırslarımız müsaade etse çok daha sade ve basit bir hayatın içinde çok daha kolay ve mutlu bir hayat yaşayabilirdik.
Fakat ne yazık ki, aynı trenin yolcuları olan biz dünyalılar; yol hâli ve zamanın icaplarını üzerinde düşünmeksizin yerine getirmekte, genelin gidişine ayak uydurmaktayız. Sistem çok güçlü bir biçimde kendi kurallarını dayatmakta. Bu dayatılanlar, bulaşıcı bir hastalık gibi yediden yetmişe herkesi kuşatmakta.
Postmodern çağ, bir tüketim çağı. Çok ve çabuk üretme aynı derecede de çok ve çabuk tüketme bu zamanın rüknü. Telefonların, bilgisayarların, ev aletlerinin, silah sanayinin ve her çeşit ürünün her gün bir üst modeli üretildiğinden eskisi değerini yitirmekte. Dolayısıyla yeni hemencecik eski oluvermekte. Yani çöpe gidecek ürün.
Üretimin bolluğu kadar reklam, pazarlama ve moda da tüketimi özendirmekte. Vitrinler en akıllı uslu olanları bile baştan çıkaracak kadar albenili. Bu zengin çarşı-Pazar, bir cazibe merkezi olarak insanları kendisine çekmekte. Kaldı ki insanın tabiatında güzel bulduğunu elde etme, sahip olma duygusu var. Bu duygu; tenzilat dönemleri, müşteri indirimleri, taksitli satışlar, kredi kartları ile daha da beslenmekte. Bir de o aldı, ben kaldım, o giydi ben baktım mantalitesi ile ateşlenen aleni veya gizli bir yarış var. Bu yarışta herkes herkesin rakibi, herkes herkesin emsali..
Ayrıca giyinip kuşanmak, iyi semtte, iyi evde oturmak, günün çizgilerini yansıtan mobilyalar kullanmak oldum olası bir statü belirleyicisi. Her türlü mal varlığı; toplumda yer kapma, öne çıkma, değer bulma, itibar kazanma kıstasları olarak da bir anlam ifade etmekte. Bu itibarla tarihî tecrübe; zenginlik ve ihtişam merakının bütün dönemlerde revaç bulduğunu bize söylemekte.
Ayrıca ortalama insan psikolojisi için lüzumlu- lüzumsuz alışveriş yapma; bir tatmin vasıtası, bir kendini iyi hissetme hâli olarak da önem kazanmakta. Satın alma gücü olanlar; bu imkânlarından sonuna kadar istifade etmekte. Gücü olmayanlar ise bazen borca batarak pusulayı şaşırmakta, bazen de uzaktan bakıp iç geçirdiğinden bedbaht olmakta. İhtiyaç fazlasını talep etmeyen, heveslerini yenmiş nadir kimseler ise tuhaf ve çizgi dışı sayılmakta.
Bütün bu kör yarışın içinde bir de marka salgını yer almakta. Alım gücü yüksek kimseler için hadi olabilir diyelim, ama orta hâlliler canlarını ateşe atıp marka giyinmek, marka kullanmak derdine düşmekteler. Alan aldığının keyfini sürerken alamayan kendini eksik hissetmekte, mutsuz olmakta.. Markaların orijinali kadar olmasa da taklitleri de rağbette. Bu yüzden piyasalar eğreti markaların istilası altında. Bu merak köylerimize varana kadar bütün ülkeyi sarmış bulunmakta. Avrupa’nın önde gelen firma adlarını yanlış da olsa sık sık telaffuz etmek, kullanma derdine düşmek bir alışkanlık hâline geldi. Öğrenciler, arkadaşları ile konuşurken, kadınlar aralarında muhabbet ederken kendilerini ister istemez bu dalganın içinde bulmakta. Bu anlamda rüzgârlar çok kuvvetli esmekte.
Bir ömür boyu sürmesi beklenen eğitim sistemi içinde insanımıza, kendisini markalaştırma düşüncesi telkin edilmeli. Kişilikleriyle öne çıkma, güzel ahlâkları ve donanımları ile farklı olma, ailelerine ve topluma hizmetleriyle tebarüz etme fikri işlenmeli. Kendini aşma konusunda kendi rekorunu kırma, kendini inşa etme çabasında her gün bir adım ileride bulunma, hangi işi yapıyorsa o işin en iyisi olma yarışına girme gayesi ilke edinilmeli… Her fert işe önce kendisinden başlarsa toplum zamanla düzelir gerçeği ile hareket etmeli.
Kazancının onda birini tasarruf etmeyi tavsiye eden bir dinin salikleri olarak, israftan kaçınmayı, kanaat etmeyi, rıza göstermeyi, “ayağını yorganına göre uzatma”yı bir yaşama biçimi hâline getirmemiz beklenir. Gençlerimizin genel geçer moda cereyanları, günü birlik hevesler, anlık ve ucuz zevkler furyasında kaybolup gitmesini önlemek gerekir.
BelkısAltuniş Gürsoy