21 Aralığı 22 aralığa bağlayan gece, yılın en uzun gecesidir. Bu tarihe klasik kültürde “şeb-i Yelda” (en uzun gece) denir. 21 Haziran ise” rûz-ı yeldâ”dır, yani en uzun gün. En uzun gece ve en uzun gün takvim itibariyle bellidir belli olmasına ama zamanın bir de psikolojik boyutu vardır. Günlerin getirdikleri, vaktin yetirdikleri ile uzunluk ve kısalık coğrafyadan coğrafyaya, mevsimden mevsime, insandan insana, hâlde hâle değişir.
“Şeb-i yeldâ”nın insanlık tarihinde önemli bir yeri vardır. Hristiyanlık kültüründe güçlü bir biçimde yaşatılan “noel” veya “christmas” kutlamalarının aslında bir pagan geleneği olduğu tarihî bir gerçektir. Bu kadim gelenek ile kilisenin uzun yıllar mücadele ettiğini kaynaklar kaydederler. Fakat bilhassa kuzey Kelt kavimlerinin bu uygulamadan vazgeçmemeleri üzerine bu köklü âdet, Hristiyan ritüelleri arasına dahil edilir. 354 Yılında Papa Liberius 24 aralığı 25 aralığa bağlayan geceyi Hazreti İsa’nın doğum günü olarak ilan eder. Hz. İsa’nın doğum gününün mayıs veya haziran aylarına denk düştüğü birçok araştırmacı tarafından iddia ve ispat edilmiştir. Fakat buna mukabil 24 aralık gecesi bütün bir Hristiyan âleminde hatta neredeyse bütün bir dünyada parlak ve canlı bir şekilde yaşanır ve rağbet görür bir tarih olmak hüviyetini almıştır. 24 aralık gecesine rastlayan ve bir pagan geleneği olan bu kutlamalar ile “şeb-i yeldâ”nın zamanlamasının birbirine çok yakın olduğu gerçeği ortadadır.
“Şeb-i Yeldâ” aynı zamanda Osmanlı ve İran geleneğinde de mevcut bulunan kıdemli bir Müslüman ritüeldir. İran’da bu gelenek hâlâ canlılığını korumaktadır. Bu gecede aile fertleri, yakınlar ve dostlar bir araya gelerek geç vakitlere kadar otururlar. Özellikle belli yiyecekler yenilir. Samimi, sıcak ve neşeli bir ortamda büyükler masallar, hikâyeler anlatır. Sadi, Hafız gibi şairlerden şiirler okunur. Bu arada küskünler barışır, dargınlıklar ortadan kalkar.
Edebiyat dünyasında ise “şeb-i yeldâ” mecazi anlamda “sevgiliden ayrı geçen her gece” anlamında kullanılır. Özellikle Divan Edebiyatı’nda bu bahis pek çok beyitte ifadesini bulur.
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat
Bosnalı sabit
(Yılın en uzun gecesinin hangi gece olduğunu müneccimle (astrolog) ile muvakkit (vakti hesaplamayı meslek edinen kimse) bilmez. Gecelerin kaç saat olduğunu devamlı acı içinde olanlar, gama müptelaları bilirler.
Neden ol zülf uzanup hadd-i dil-efrûza gele
Kim görüpdür şeb-i yeldâyı ki nev-rûza gele
Cafer Çelebi
(Âşık için şeb-i yeldânın (yılın en uzun gecesi) ilkbaharın başlangıcı olan yeni günün (nev-rûzun) yerine geçmesinin sebebi sevgilinin zülfünün (saçlarının) gönül aydınlatan yanağına döküldüğünü görmüş olmaktır. ( Âşığın, aşk derdiyle aklı karıştığından vaktin gecesini gündüzünü, mevsimin kışını baharını şaşırmıştır. Onun için zamanın artık bir hükmü kalmamıştır.)
Kaldım şeb-i târîk-i firâkında meded-hâh
Ey hâdî-i râh-ı şeb-i yeldâ-yı Muhammed
Tahirü’l-Mevlevi
(Ey yılın en uzun gecesinde bile hidayet yolunu gösteren Muhammed; hicranın karanlık gecesinde kaldım, senden yardım diliyorum.)
Şikâyet-i şeb-i yeldâ yetişdi tâ feleğe
Açılmıyor yine ruhsâr-ı nâzenîn-i seher
Âsaf (Mahmûd Celâleddîn Paşa
(Yılın en uzun gecesinin kendi durumundan (karanlığından) şikâyeti ta göklere kadar ulaştı. Ama yine de seherin narin yüzü açılmıyor. Şair, çok dertli olduğunu ama bir türlü sıkıntılarından kurtulamadığını ifade ediyor.)
Şeb-i yeldâ da uzar fecre kadar kıssa-ı aşk
Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler
Yahya Kemal
(Aşk hikâyesi, yılın en uzun gecesinde sabaha kadar uzar. Mecnun konuşmasını bitirdiğinde Leyla söze başlar. Şeb-i yeldâ kutlamalarında masal ve hikâye anlatma geleneği vardır. Ama bu gecede anlatılan aşk hikâyeleri bir türlü bitmez. Biri bittiğinde diğeri başlar. )
Hayat planında da hastalar için geceler uzundur, bitmek bilmez, aydınlığı bekleyen
gözlere seherin nuru kolay kolay kolay inmez. Bir çilenin girdabında inleyenler için ise neredeyse her gece “şeb-i yeldâ”dır, her günün de” rûz-ı yeldâ” olduğu gibi. Saadet dolu zamanlarda ise sanki zaman kısalır. Saatler dakikaya, dakikalar saniyeye dönüşür. Ama kim nasıl algılarsa algılasın; her seferinde fecirle birlikte kör karanlıklar, siyahtan, kurşuniye, griden beyaza doğru yavaş yavaş açılırlar. Sarı, penbe, turuncu, kızıl, mavi, yeşil, mor renkli şafaklar her seferinde bir ilkmişcesine, bir müjdeymişcesine buğulu ufukların ardından sökün ederler. Henüz dumanı üstündeki bu taze doğum; yeni vaatler, yeni ümitler ile doludur. Gün sadece aydınlatıp ısıtmakla kalmayıp; bin bir rengi, deseni ve şekli de bağrından koparıp âlemlere yağdırır. Gün hareket, gün bereket, gün aydınlık, gün ferahlıktır da…
Ama bir başka gözle de bütün vakitler kutlu demlerdir. Bir yüzü ile karanlık olan gecelerin bir yüzü ışıklıdır. Gündüzlerin sığ koşuşturmalarına inat, geceler derin ve sessizdir. Gecenin yüreği biraz da mahzundur, gece ıssız, gece sakindir…
Karanlığın kuytu köşeleri şairane, tenhalıklar ise veluttur. Güneş fitilini içeriye çekip de, ay bulutların arkasında saklandığında kâinat siyah bir örtüyle kaplanır. İnsanoğlu ise bu siyahlıkları kendi ruhunun kandiliyle aydınlanıp, kendi cevherlerini kuşanır. Gündüz dışarıya çekilen dikkatler, geceleyin bir fağfur kâse olan can evinde toplanır. Bu sebepten bu vakitler; bazı gönüllere ilham şelalelerinin, feyiz tuğyanlarının, rahmet sağanaklarının dökülme vaktidir. Bu vakitler; insanın kendi mülkünde nefsiyle baş başa kalma vakti, yakaza vaktidir. Deruni iklimlere, sırlı keşiflere doğru yol alma vaktidir. Muhayyilelerin serazat olduğu, zihnî melekelerin hür ve asude menziller bulduğu, hislerin keyfince süzülüp yol aldığı bir hasat vaktidir. Her dem yeni bir mucizeye teşne gönüllerin kendi çerağını tutuşturma vaktidir.
Masivadan kopup, zümrüdüankanın kanadında Kaf dağına, Aden diyarına, Serendip adasına açılma vaktidir. Bu büyülü iklimlerde kabuğunu çatlatan tohum misali yeni bir bahara uç verme vaktidir.
İdrak etmekte olduğumuz bu “şeb-i yeldâ”nın huzurlu ve mutlu günler getirmesi temennisiyle…
Belkıs Altuniş Gürsoy