O gün İstanbul hareketli günlerinden birini yaşıyordu. Erkân-ı Harbiyye-i Umumiyye’de mühim bir toplantı vardı. Bu binanın büyük salonundaki masif dikdörtgen masanın etrafında toplanan askerî erkân kapalı kapılar arkasında görüşmeye başladı. Yüzbaşı Beşir bey, Hafız Hakkı paşanın yaveri sıfatıyla toplantı salonunun kapısında diğer yaverlerle birlikte nöbet tutmaktaydı.
Genç yüzbaşı, o uzun soluklu bekleyişin önemli kararlara ve hadiselere gebe olduğunu hissediyordu. O sancılı süreç devam ederken bir ara hafızası onu çocukluk günlerine götürdü. Kastamonu mutasarrıfı Osman Nuri beye hizmetle görevli babası, beyin atlarına ve ahırlarına da bakardı. Küçük Beşir de babasına yardım eder, gücü yettiğince her işe yetişmeye çalışırdı. Osman Nuri bey, zeki ve becerikli bulduğu bu çocuğun Kastamonu Askerî Rüştiyesi’ne verilmesine ön ayak oldu. Beşir, bu okulda kısa zamanda dikkat çeken, takdir toplayan parlak bir öğrenci olmuştu. Bu başarı karnesini gören Osman Nuri bey, Rüşdiye sonrası Beşir’i yanına katmış, onu kendi oğlu Ömer Faruk ile birlikte önce Kuleli Askerî İdadisi’ne sonra da Mekteb-i Harbiyye’ye vermişti. Bu çatılar altındaki yıllar bir su gibi akıp geçmişti. Beşir, mülazım-ı sani unvanıyla şehadetnamesini aldığında Osmanlı Trablusgarb’a asker göndermekteydi. Bu çiçeği burnundaki genç mülazım da kendisini Kuzey Afrika’ya giden birliklerin içinde buldu. Mısır yolu ile bu topraklara ulaşan Beşir, Kurmay albay Neşet beyin kuvvetleriyle birlikte İtalyanlara karşı savaştı. Ateş hatlarında gökten yağan, topraktan fışkıran ecelle burun buruna yaşamış hayat ile memat arasındaki o kaygan zemini bizzat nefsinde tecrübe etmişti. Terfi etmesine sebep olan bu savaş ruhunda onulmaz gedikler açmıştı.
Dönüşünde tayin edildiği Sivas’a gitmeden önce baba ocağına uğramış, bir sene önce annesinin kararı ve seçimi doğrultusunda nişanlandığı komşu kızı Naime ile evlenmişti. Genç evlilerin bu zaman zarfında bir de oğulları olmuştu. Bu geride bırakılan dört yıl boyunca gözlerini kırpmadan ölüme atlayan mert vatan çocuklarının hazin hatırası ateşten bir gölge gibi onu takip etmişti. Üstüne üstlük Balkan faciası ve elden çıkan Rumeli’nin ıstırabıyla yüreği yas bağlamıştı.
Beşir tam da bu düşüncelere dalıp gitmişken içerdeki görüşme de kızışmıştı. Dışarıya taşan sesler geniş koridorlarda yankı buldu.
-Hasan İzzettin paşa, “Efendiler, ben Almanlara güvenerek askerimi bu maceraya sürükleyemem.”
-Yusuf Kâni paşa – “Paşa gün tedbir düşünecek, ihtiyatlı davranılacak gün değildir. Kuzeydoğuda Rus’un önünü alamazsak, ilerleyişini bir daha durduramayız”
-Hafız Hakkı paşa, . “Önümüz kış, tedariksiz askeri yollara salmak, göz göre göre feda etmek anlamına gelir. Ben bu vebali yüklenemem. İyi düşünün, ayrıca dokuz ayrı cephede savaşan ordunun ikmal ve iaşesini, silah ve cephane ihtiyacını karşılamak da hiç kolay değil”
-Enver paşa, paşalarım siz merak buyurmayınız. Liman Von Sanders de önceden Kafkas cephesinin açılmasına taraftar değildi. Fakat bu vaziyet karşısında o da fikir değiştirdi. Bize taahhüt etti. Yukarıdan uçaklarla birliklerimize soğuk geçirmeyen üniformalar, kış çadırları ile teçhizat ve yiyecek takviyesi yapacaklar. Zaten bu söze güvenmekten başka çaremiz de yok. İnşallah bu muharebe ile elimizden çıkan toprakları geri almakla kalmayıp Orta Asya’ya kadar uzanacağız. Başka türlü Rus’un yolunu kesemeyiz”
Bu minval üzere sürüp giden konuşmalar havayı giderek gerginleştirmişti. Beşir, içinden“paşam haklı, zaten Almanlara güvenip de bu savaşa girmek çok büyük bir hataydı. Bu taahhüde bağlanarak böyle bir maceraya atılmak akıl kârı değil” diye düşünürken, sanki bir el boğazını sıkıyordu.
Muhlis, Malatya’nın bir köyünde çiftçilik yapan ailesiyle yaşayan on dört yaşında bir çocuktu. Ağabeyisi Bingazi’de esir düşmüş, dayısı Balkan harbinde şehit olmuştu. Evin erkeği konumundaki Muhlis, bu dar zamanlarda köyde oturmayı kendisine yedirememişti. Gönüllü olarak savaşa katılmak istemiş fakat annesinin ve yaşlı amcasının itirazları ile karşılaşmıştı. Bu nahif çocuk inatçı ısrarlar sonucunda nihayet izin koparabilmişti. O şimdi Sarıkamış’a doğru ilerleyen 10. Kolordunu bünyesinde kara kışta Allahuekber dağlarına doğru yürüyen kafilenin içindeydi. Muhlis’in tabur komutanı ise yüzbaşı Beşir’di. Beşir, bu kavruk çocuğa daha ilk görüşte bağlanmış; onun gözünü budaktan sakınmaz hâlini merhametle karışık bir saygıyla sevmişti.
İstanbul’da kısa bir talimden geçen bu gönüllü gruplara bir üniforma bile verilemediğinden tabur rengarenk bir görüntü arz etmekteydi. Trabzon’da vapurdan inen asker, Gümüşhane, Erzincan ve Erzurum hattından Allahuekber dağlarına doğru yürümekteydi. Muhlis, uzun ve çileli yolculuğun bütün meşakketlerine büyük bir dayanıklılıkla göğüs geriyor, asla şikâyet etmiyordu. Mola verildiğinde ise körpe ve yanık sesiyle söylediği türküler ile yorgunneferi karın buzun içinden çıkarıp sıcak iklimlere taşıyordu.
Ciddi anlamda kayıplar vere vere ilerleyen eratın gözü göklerdeydi. Alman uçaklarının havadan atacakları malzemenin nerelerde kaldığını düşüne düşüne yol alıyorlardı. Soğuk, en keskininden bastırmış, ayaz kılıç gibi keser olmuştu. Askerin çetin yollarda postalları, çarıkları parçalanmış, dizleri yırtılmış, çorapları delinmişti. Günde iki öğün verilen peksimetten ibaret tayına bazen birer avuç kuru üzüm ilave edilmekteydi. Genç yüzbaşı, askere moral vermeye çalışmakla beraber Alman yardımının yetişeceğini söyleyerek bu biçareleri avutmaktan artık utanır olmuştu.
Kafile karda çift sıra hâlinde yürümekteydi. O akşam tipi bir başka türlü esiyordu. Asker, son gücüyle dayanmaya çabalıyordu. Yollarda düşüp kalanların sayısı ise giderek artıyordu. Arkadaşları önceleri düşenleri omuzlayıp yürütmeye çalışmışlardı. Ama artık kimse kimseye el atamaz olduğundan herkes kendi başını kurtarmak çaresine düşmüştü. Tek tek yere düşen neferlerin üzeri tez zamanda kalın bir kar tabakasıyla kaplanıyordu.
Muhlis, artık organlarını hissetmez olmuştu. O, kendisine ait olmayan bacaklarını ümitsizce kaldırıp indiriyor, yüzünü bu sert esintiden korumak için başını öne eğiyordu. Donmuş kirpikleri birbirine yapışmıştı. Nereye ve niye yürüdüğünü düşünemeyen zihni uyku ile uyanıklık arasında gidip geliyordu. Hava giderek kapanıyor, uzaklardan köpek havlamaları geliyordu. O, kendisini bir anda sıcak bir odada buldu. Sobanın hemen yanındaki yer sofrasına ailecek çevrilmişlerdi. Yengesi ve yeğenleri yanındaydılar. “Sen acılı çorba seversin” diyen annesi dumanı tüten bir tas tarhanayı Muhlis’e uzatıyordu. Küçük asker tahta kaşığa uzandı.
Yüzbaşı Beşir, yanı başındaki Muhlis’in yere düştüğünü gördü. Donmuş elleriyle onu kaldırmak için davrandı. Bu cılız bedeni sırtına aldığında bu buz tutmuş vücudun temasıyla ürperdi. Onun boynundan sarkan küçük elini katılaşmış avuçlarıyla okşadı. Birkaç metre daha yürüdü. Ama sırtındaki yükün kayarak karlara gömüldüğünü anlayamadı bile. Onun düşüncesi de ikide bir yaşanılan andan kopuyor, hayal ile hakikat arasında zikzaklar çiziyordu. Bir ara uzakta karaltılar gördü. Köylüler, köylüler diye aklından geçirdi.
Bize sahip çıkmaya geldiler. Bir dam altı, bir sıcak yüz göreceğiz ümidiyle sevindi. İçinden ılık ılık bir şeylerin aktığını duydu. Arkasına dönüp ha gayret bakın kurtuluyoruz diyecek oldu. Fakat çeneleri kilitlenmişti. Ağzını oynatamadı. Son bir güçle ağaç silüetlerine doğru hızlanmaya çalıştı. Ormana girdiğini fark etmeden birkaç adım daha attı. Buz tabakalarıyla kaplanmış sarıçam ağaçlarının kuytu sessizliğinde tatlı bir uykunun yorgun bedenini sardığını hissetti. Ilık nefesiyle yüzünü okşamakta olan oğlu minik kollarını boynuna dolamaktaydı. Genç subayın donuk yüzü tatlı bir huzur ile kaplamıştı.