- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

La Motraye Seyahatnamesi’nde Türkler

17. yüzyıl sonları ile 18. yüzyıl başları arasındaki Osmanlı dünyasından kesitler sunan bu seyahatname; zengin bir muhtevaya ve ansiklopedik bir birikime sahiptir. O dönemde Devlet-i âliyye, her ne kadar Karlofça ve Pasarofça anlaşmaları ile ciddi bir sarsıntı geçirmiş olsa da bir cihan devletidir. Bu dünya ve mensupları; bu eserin sayfalarında seçkin bir Avrupalının bakış açısı ile değerlendirilir. Bu yüce devlet; haşmetli ve kudretli bir güç olmanın verdiği yüksek itibarlı profilin etkisiyle merak, korku, hayranlık ve şaşkınlık duygularının penceresinden seyredilir

A)TÜRKLERİN MEZİYETLERİ: :
Yazar, Türklerin karakter özelliklerini anlatırken çoğu zaman bizzat kendisinin şahidi olduğu hadiselerden yola çıkar. Bazen de kendi tespit ve yorumlarını desteklemek adına İstanbul’da yaşamış diğer Batılı isimlerin gözlem ve fikirlerine baş vurur.

Seyahatnamede, Türklerin sağlıklı ve güçlü insanlar oldukları, sade ve düzgün bir hayat yaşadıkları ifade edilir. Bu bünyenin sağlam yapılı oluşu, ülkenin uygun iklim şartları ile verimli topraklarında kendiliğinden yetişmekte olan bol ve çok çeşitli gıda maddelerinin mevcudiyetine bağlanır. Osmanlı ülkesinin zengin ve verimli topraklara sahip bulunduğu, her türlü yiyecek maddesinin bol, ucuz, çok çeşitli ve leziz olduğu eserin bir çok yerinde gıpta ile tekrar edilir. Bu bolluk ve ucuzluktan ülkede yaşayan herkes nasibini alır.

“İnsanlarsa, sanıyorum daha önce de söyledim, bu ülkenin her yerinde bol miktarda rastlanan ekmek ve sulamak dışında hiçbir özen gerektirmeyen meyveler, kavunlar, narenciye türü şeyler yiyorlar. Ardından da susuzlukları gidene kadar bol bol su içiyorlar, bu da onları terleseler bile sıcak tutuyor. Sonra da hiç rahatsız olmadan sert bir zemin üzerinde yatıyorlar. Bakın tekrar ediyorum, ben bu kadar az hastalanan başka bir millet görmedim. Türklerden daha uzun ömürlü bir millet tanımadım, hepsi de son derece sağlıklı insanlar. Veba zaman zaman bu ülkeyi ziyaret edip de çok can yakmasa, nüfusları çok fazla artardı. ( La Motraye Seyahatnamesi 2007 : 118)

Türklerden sessiz ve sakin insanlar olarak bahsedilir. Türkler arasında bir anlaşmazlık çıktığında meseleyi; kavga etmek yerine hukuki yollara baş vurarak çözmeyi tercih ederler. Başkalarının işlerine karışmayan, dedikoduyu sevmeyen, huzursuzluk çıkarmayan bu millet; hakkını ararken de kaba kuvvete baş vurmaz.

“Komşularının işlerine karışmazlar, dedikodu sevmezler, kavgacı da değiller. Birisi diğerine haksızlık yaparsa, haksızlığa uğrayan kadıya gider, haksızlık yapan da neden olduğu zararı karşılar.” ( La Motraye Seyahatnamesi 2007: 127)

Türklerin tok gözlü, dürüst ve güvenilir oldukları, hak etmedikleri hiçbir şeye el uzatmadıkları pek çok vesileyle dile getirilir. Eserde Türklerin her hâlükârda sözlerinde durdukları, borçlarını ödemede titiz davrandıkları dile getirilir. Bu milletin verdiği sözler, yazılı belge hükmünde geçerlilik taşır. Yazar, “sözüm senettir” cümlesini hayatla buluşturan Türkleri; bu vasıflarından dolayı över. Ancak ellerinde olmayan sebeplerle borçlarını ödeyememeleri durumu söz konusu olabilir. Mesela yüksek rütbeli bürokratlar, görevlerinden alındıklarında borçlarını ödeyecek imkânları kalmadığından kusurlu duruma düşerler.

Türklerin sözlerine sadık kalma özelliği bir ticari anlaşma yapıldığında bile peşinat vermeyi gereksiz kılar.

Türk tüccarlar işlerine hile karıştırmazlar. Çürük, bozuk ve eksik tartılmış ürün satmadıkları gibi söz verdikleri takdirde her ne pahasına olursa olsun taahhütlerini yerine getirirler. “Türklere bakıyorum, inançlarına içtenlikle bağlılar. Hristiyanlar dinlerine bağlı değiller, boş işlerle uğraşıyorlar, Türklerse dürüstler. Bu kıyaslama, inanın bana, sonuçta İslam’a yarıyor.”Dedi. (La Motraye Seyahatnamesi 2007 : 188)

Dalgın ve unutkan bir insan olduğunu söyleyen seyyahımız; saatini ve cüzdanını bir çok kereler alışveriş yaptığı tezgâhların üzerinde unutmuştur. O, böylesi durumlarda satıcının bazen peşinden koşarak, bazen de kaldığı yeri arayıp bularak kaybettiği eşyayı kendisine ulaştırdığını büyük bir hayranlıkla anlatır.

“Türklerde hırsızlık ve yankesicilik yoktur. Nadir hâllerde bir soygun gerçekleştiğinde ise failler en ağır şekilde cezalandırılır. Caydırıcılık ilkesini hayata geçirmek, adalet ve huzuru temin etmek adına cezalar başkalarının gözleri önünde uygulanır İstanbul’da esnaf sıkı bir şekilde denetlenir. Kusurlu görülenlere asla müsamaha gösterilmez.

İslam dini iyilik yapmayı, zekât, fitre, sadaka, gibi isimler altında ihtiyaç sahiplerine yardım etmeyi emrettiğinden; Türkler ellerinden geldiğince başkalarına el uzatmaya, muhtaçlara sahip çıkmaya çalışır. Bu karşılık beklemeden iyilik yapma ve şartsız dayanışma anlayışı toplumsal düzenin ahengli bir şekilde yürümesinde kilit taşı rolü üstlenir. Hastalık, yangın, borçlanma gibi sıkıntılı ve zor durumlarda toplum birbirinin açığını kapatmaya, yükünü hafifletmeye çalışır. Cami gelirleri ve vakıflar cemiyetin sigortası olma görevini yürütürler. İnsanlar kadere rıza göstermenin yanı sıra bu dayanışma ruhunun verdiği güven duygusuyla en elim felaketleri bile tevekkülle karşılarlar. Bu ülkede dilencilik; dinî ve sosyal yaptırımların etkisiyle ortadan kalkmıştır. Vatandaşını dilenecek duruma düşürmek ise bir insanlık ayıbı sayılır.

Türkler; aciz ve muhtaç durumda olan kimselere son derece şefkatli bir tavırla yaklaşırlar. Batı’da uzun asırlar boyunca akıl hastalarının toplumdan dışlandığı ve işkence gördüğü bilinir. Oysa Osmanlı ülkesinde bu tip hastaları özenle tedavi eden hastaneler yapılmıştır.

Pek çok vesileyle iyi hâllerinden bahsedilerek takdir edilen Türklerin bir çok meziyeti; Osmanlı topraklarında görevli başka yabancıların kaleminde de ifadesini bulur. Seyyahımız bu konuda kendi değerlendirmelerini sağlamlaştırmak adına bazı Avrupalı gezginlerin bu konuda verdiği bilgileri aktarır. Bu isimlerden biri olan Mr. Le Chevalier arkadaşlarına yazdığı mektuplarda “samimi birer mümin olan Türk milletinin fertleri, dinlerinin gereğini yaşamakta titiz davranırlar. Onlar; zor sayılabilecek ve ferdî daimî bir disiplinin altına sokmayı gerektirecek ibadetleri büyük bir ciddiyetle yerine getiren gerçek dindarlardır. Oruç, namaz, zekât gibi vecibeleri büyük bir özenle tatbik ederler. Hayatlarını dinî emir ve yasaklara göre tanzim ederler” der. Yani din olgusu hayatın içinde, yapıcı ve yönlendirici bir rol oynar

La Motraye, Türk erkeklerinin evlerinin dışında bir eğlence hayatlarının olmadığını ve kabare türü yerleri bilmediklerini söyler. Ayrıca zar, kâğıt oyunu gibi kumar cinsi oyunlarla tanışmadıkları belirtilir.

Evlilik, düğün, sünnet ve cenaze törenleri dile getirilirken bu törenlerin diğer milletlerdeki uygulamaları da ele alınır. Bir tören olmanın çok ötesinde bir toplumsal dayanışma ve kaynaşma vesilesi olarak da görev icra eden birlikteliklerin fazlasıyla önemsendiği vurgulanır. Zira bu törenler; maşerî ruhu ve vicdanı pekiştirip, aidiyet duygularını güçlendirirler. Toplum bütün üyeleriyle sevinçte ve tasada bir ve bütün olduğunu güçlü bir biçimde hisseder.

Türkler; medeni ve alçak gönüllü insanlardır. Başka milletlerin tepki göstereceği veya en azından bir incinmişlik hâli ortaya koyacağı durumlarda bile gerçek duygularını dışa vurmamak olgunluğunu gösterirler. Polonya, Viyana kuşatmasında Avusturya’ya yardım etmiştir. Bu ülkenin büyükelçisi, o kuşatmadaki yenilgiyi hatırlatan zırhlara bürünmüş subay ve askerlerin eşliğinde ihtişamlı bir geçit alayı ile İstanbul’a girmiştir. Bu gövde gösterisinin Türkler için ve bilhassa o kuşatmaya katılmış sipahiler için bir rahatsızlık sebebi olması beklenir. Fakat Türkler, bu bir çeşit meydan okumayı hayra yormasalar da pek renk vermezler. Bu pişkin tavırda kendi gücünden emin bulunmanın yanı sıra, Polonya büyükelçisinin ülkenin misafiri sayılmasının da rolü olduğu düşünülebilir.

Dünya genelinde insanların dinî hayatlarını en rahat yaşayacakları ülke olarak bahsedilen Osmanlı Devleti, temel insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkesi açısından devrinin çok ilerisindedir. Farklı din ve mezhep mensupları bu topraklarda inançlarının gereğini rahatlıkla yerine getirirler. Sadece hür insanlar için değil, köle ve mahkûmlar için de inanma ve ibadet özgürlüğü söz konusudur. Bu nispette bir insani yaklaşım ve medeni tavır dışardan bakanlarda hayret duygusu uyandırır.

“Dünyanın hiçbir yerinde tüm dinler ibadetlerini Türkiye’deki kadar özgürce gerçekleştiremezler, taraftarlarının da inançları nedeniyle en az rahatsız edildikleri ülke yine burasıdır. Tüm dinler, dinlerinin gereğini yerine getirir, ayinlerinde istedikleri gibi ilahilerini okurlar ve din adamları Roma’da nasıl giyiniyorlarsa öyle giyinip halk arasına çıkabilirler. Katolik kölelerin bile kendilerine özel şapelleri var. ( La Motraye Seyahatnamesi 2007 : 74)

Müslümanların bir çok fethi, o toprakların yerli halklarınca onanır ve beklenir. Fethettikleri topraklarda adalet, refah ve düzeni sağlayan Osmanlı’nın idaresi altındaki halkların bir kısmı hiçbir baskı görmeksizin İslami dinini seçerler.

Osmanlılar, fethettikleri ülkelerin halkına son derece insaniyetçi yaklaşarak, onların can, mal ve ırz emniyetlerini güvenlik altına alırlar. Türklerin idaresi altında zengin ve mesut bir hayat süren Rumlar, Hristiyan egemenliği yerine Osmanlı Devleti’nin tebaası olmayı tercih ederler. Az bir miktar vergi vermenin dışında kendilerin hiç bir yük getirmeyen bu idare adil ve hakka riayet edicidir.

Osmanlının fethettiği ülkelere adaleti getirmeyi, iyi bir nizam tesis etmeyi amaçladığı ifade edilir. Alkolün, lüksün, israf ve safahatın yıpratıp zayıf düşürdüğü milletleri doğru yola sevketmeyi, iç karışıklık ve huzursuzlukları önlemeyi, barış ve güveni tesis etmeye çabaladığı dile getirilir.

Türkler hakkında genellikle takdirkâr ifadeler kullanan yazar; bu milletin sahip olduğu ahlaki değerleri Osmanlı Devleti’ndeki Hristiyan unsurlarla ve diğer Avrupalı milletlerle mukayese ederek çoğu yerde Türklerin lehinde sayılabilecek hükümler verir.

B) TÜRKLERLE İLGİLİ OLUMSUZ SAYILABİLECEK BAZI TESPİTLER

Eserde Türkler hakkında genellikle kaydedilen olumlu pek çok gözlem ve tespitin yanı sıra bazı eleştirel ifadelerin de yer aldığı görülür. Bu ülkenin insanları, hem kendi iç meselelerine hem de diğer devlet ve milletlerle ilgili meselelere karşı kayıtsızdırlar. Dünyanın en meraksız insanları olarak vasıflandırılan Türklerde bir boşvermişlik hâli söz konusudur. Ne ülkenin iç ve dış siyaseti ile ilgili hadiseler, ne de dünyada olup bitenler onların ilgisini pek çekmez. Her şeyi oluruna bırakmak, genel gidişe müdahil olmayıp seyirci kalmak şeklinde ifade edilebilecek bir anlayış tarzı mevcuttur. “Bu da onların kayıtsızlıklarını, ya da ülke içinde neler olduğuyla ilgilenmedikleri gibi ülke dışında da neler olup bittiği hakkında duyarsız olduklarını gösterir. Aslında haberlere meraklı değiller. Kendi aralarında sadrazam kimmiş, hangi vezirin boynu vurulmuş ya da boğdurulmuş, başka bir yerde kim asılmış bunlardan pek konuşmazlar. Sadece falanca gitmiş, yerine filanca gelmiş demekle yetinir geçerler. Yani tek kelimeyle dünyanın en meraksız insanları Türklerdir. (“(La Motraye Seyahatnamesi 2007 : 196-197)

Türkler, çok sakin tabiatlı insanlar olup rahatlarına düşkündürler. Alışılmış bir düzen ve sessiz bir akış içinde hayatlarını sürdüren bu milletin dış dünyayla olan bağlarında ve ilişkilerinde bir zayıflık ve gevşeklik söz konusudur. Bu kadar meraksız oluşlarında koyu bir fatalizmin (=kadercilik anlayışı) rolü vardır. Yanlış yorumlanan tevekkül inancı ve bu aşırı kaderci tutumun bu “neme lazımcılık” psikolojisindeki payı büyüktür.

Bu milletin mensuplarında tarih şuuru olmadığı gibi tarihi dokuya sahip çıkma, koruyup kollama düşüncesi de yoktur. Ülkenin birçok yerinde bulunan antik miras ve kalıntılar; yerlerinden alınarak ev, cami gibi inşaatlarda yapı malzemesi olarak kullanılırlar.

Tarihî varlıkların evlerde ve sair inşaatlarda kullanılıyor olması; bu malzemenin el altında, işlenmiş ve dayanıklı bulunması ile ilgilidir. Bu sebepten de imar faaliyetlerinde bu hazır ve sağlam malzemeden yararlanılması yaygın bir alışkanlık hükmünü almıştır. “Türklerin Pontus kralı Mithridate’ye karşı kazandıkları zaferin onuruna inşa ettikleri camilerin birinde, başka antik kalıntılara yaptıkları gibi, bu sütunu da malzeme olarak kullanmış olabilecekleri de düşünülebilir.” ( La Motraye seyahatnamesi 2007 :83)

Türkler; tarihî kalıntıları sadece inşaat malzemesi olarak kullanmakla kalmayarak, insafsızca kırıp dökerler. Ülkedeki Rum, Ermeni ve Yahudiler de bu antik malzemeyi her türlü imar faaliyetinde kullanmaktan çekinmezler. Mevcut binalar yıkıldığında yerlerinden ve amaçlarından sapmış olan bu medeniyet mirası yeniden ortaya çıkabilir. Ama yine de gelişigüzel kullanılan veya tahrip edilen bu malzemeyi bir araya getirmek çok da mümkün değildir.

Türklerin tarihî zenginlikler karşısındaki bu kayıtsızlığı ve değerbilmezliği yabancıların bu topraklardaki eski eserlere duydukları iştahı kabartmıştır. Bu yüzden tarihi eser kaçakçılığı ileri boyutlarda gerçekleşir olmuştur. Bu ülkenin insanları, kaybolan bir eserin akıbetini merak edip de peşine düşmezler. Bu yüzden elden çıkmış olan eserlerin çokluğu değil de; hâlâ ayakta kalabilmiş olan eserlerin varlığı şaşkınlık uyandırır. Bu elden ve gözden çıkarma, kaybolmasına veya tahrip olmasına göz yumma keyfiyetinde insan veya canlı suretinde yapılmış heykel ve resimlere iyi nazarla bakmamanın da rolü olabilir.

Türkler, çok konuşmayı ve yazı yazmayı sevmezler. Merak ve ilgileri azdır.

Tarih şuurunun olmayışı, tarihî ve kültürel mirasa sahip çıkarak koruyup kollamama, koyu bir kadercilik anlayışı, dış dünyayla ilgili merak ve ilginin gelişmemiş bulunuşu, daimi bir gevşeklik ve boş vermişlik hâli, konuşma, yazma ve hareket tembelliği yazarın eleştirdiği belli başlı hususlar olarak karşımıza çıkar.

İnsan olmayı en temel değer olarak alan ve her çeşit farklılığa eşit hayat hakkı tanıyan Türklerdeki bu medeni yaklaşım; saygıdeğer bulunmuştur. O dönemlerde, sadece farklı din ve milliyet mensuplarına değil, farklı mezhep mensuplarına karşı bile son derece acımasız olan bazı Avrupa ülkelerinin varlığı hesaba katılırsa Osmanlı’nın bu kucaklayıcı ve bütünleyici tavrının bir insani kalkınmışlık göstergesi olduğu söylenebilir. Bu adalet, hakkaniyet, iyi niyet, hoşgörü ve müsamaha yüklü zihniyet, La Motraye’ye Mevlana’yı ve Yunus’u yeşerten topraklarda yaşadığını hissettirmiştir.