Medeniyetimizin temel harcı olan “insaniyetçi olma” özelliği tarihimizin her döneminde pek çok alanda varlığını hükümferma kılmıştır. Bir “fıtrat vergisi” olarak devam edegelen bu keyfiyet; uzun tarihi seyrimiz boyunca kesintiye uğramaksızın günümüze kadar gelmiştir.
Dinî yaptırımlar, bu cihetimizin belli bir üslup kazanmasında yol gösterici olmuştur. “Fisebilillah”, (Allah yolunda, Allah’ın emirlerine uygun olarak, Allah rızası için, hiçbir karşılık beklemeden)“rızaenlillah” (Allah rızası için) anlayışından yola çıkan ve yaşama biçimine dönüşmüş olan bu yapı; aklından, elinden, dilinden, malından, kazancından, işinden, sanat, zenaat ve ilminden hayır umulan ve hayır bulunan insan olmak konusunda insanımızı yönlendirmiştir.
“(Ey Müminler!) Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân 3/92), “İyi ve güzel işlerde birbirinizle yarışın…” (Âl-i İmrân 3/114) gibi âyetlerle, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanandır; Allah yolunda harcananın en hayırlısı da insanların en çok ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılayandır”,“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”, “Az sadaka çok belayı defeder”, “İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye (=sürekli sevap kazandıran sadaka demektir. Bu tabir; herkesin faydalanabileceği devamlılık arz eden hayırlar, kurumlaşmış hayırlar anlamına gelir. Kişi öldükten sonra da devam eden iyilikler, hayır ve hasenatlar sadaka-i cariyedir), kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat,” gibi hadisler bu cihetimizi beslemiştir.
Güler yüzün ve tatlı dilin bile sadaka yerine geçtiği kültür atlasımızda fert; sadece insan kardeşlerine karşı değil, canlı cansız bütün varlıklara karşı duyarlı, mesul ve mükellef olmaya teşvik edilmiştir. Yaratılmışı hiçbir şartta yalnız, sahipsiz, kimsesiz ve çaresiz bırakmamaya çalışan bu hayat felefesi; hem toplum dinamiklerinin sağlam ve zinde kalmasını hem de iç nizamın korunup kollanmasını sağlamaktaydı. “Hak için halka hizmet” eksenli bu anlayışın ortaya koyduğu bazı uygulamalardan kısaca bahsetmeye çalışalım:
VAKIF TEŞKİLATI : Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri bir vakıf medeniyetidir. Vakıf teşkilatı; insanın ve diğer canlıların sağlık, refah ve saadetine sistemli ve devamlı bir şekilde katkı sağlamak amacıyla kurulmuştur. Kanun ve tüzüklerin paralelinde işleyen bu kurum; dünya genelinde bir rol model olmak özelliğini kazanmıştır. Hiçbir insan ve canlıyı sıkıntıda bırakmama adına faaliyet gösteren bu birimler; faydalı olmak, idealinin bir ürünüdür.
Hâli vakti yerinde olan kimseler, imaretler (=aynı zamanda aş evleri), misafirhane, cami, medrese, mektep, kütüphane, çeşme, yol, su yolu, köprü, kervansaray, hastane, dârü’l-aceze, hamam yaptırarak hem ferdi hem de sosyal anlamda cemiyetin kalkınmasına yardım ediyordu. Bu cinsten eserlerin bakımı, onarılması, işletilmesi ve yaşatılması için de vakfın banisi olan kimse vakfına gelir getiren mallar bağışlardı. Vakıflar; bu gelirler vasıtasıyla asırlar boyu kendisini çevirmeyi başarmıştır. Tabak kıran beslemelerden, göçmen kuşların selamet ve emniyetine kadar pek çok ince teferruat adına bile vakıflar kurulmuştu.
Çoğu zaman birer külliye şeklinde tanzim edilmiş bulunan imaretler bünyeleri içinde bulunan aşevleri yoluyla sadece yoksulları ağırlayıp yemek dağıtmak göreviyle yetinmezlerdi. Aç doyurma hizmetinin yanı sıra çoğu zaman mahpus, yoksul, kimsesiz, yetim, yaşlı, engelli, hasta ve cüzzamlı insanların bakımını da üstlenirlerdi. Kimsesiz cenazelerin defin işlemlerini de yüklenen imaretler vardı.
Osmanlı vakıflarının %40’ı cemiyetin kadın üyeleri tarafından kurulmuş vakıflardır.
“KAPISIZ (KAPUSUZ) (gece ve gündüz kapısı herkese açık olan hane sahipleri bu adla anılırdı.) ” VE “KAZANASMAZ” (Bu lakapla nam salmış ailelerin tencereleri her zaman ateş üstünde olup devamlı surette aş kaynatılırdı.
Bu hanelere ait kap kacakların hiçbir zaman bir kenarda işlevsiz olarak bekleme şansları yoktu) unvanıyla tanınan hane sahipleri ve ocaklar Anadolu’nun her köşesinde mevcudiyetini korumuştur. Yolcuyu, muhtacı, yoksulu, ortada kalmışı gözetip barındıran bu kapısı açık evler ve bu bereketli sofralar; kim ve ne olursa olsun, aç ve açıkta kimse bırakmamak için gönüllü olarak faaliyet göstermiştir.
SADAKA TAŞLARI : Osmanlı’da “sadaka taşları” diye anılan bir yardım etme şekli mevcuttur. Genellikle cami bahçelerinde yer alan bu taşlar bir buçuk-iki metre yüksekliğinde silindir şeklinde beyaz mermer bir sütundan oluşurdu. Sütunun üst kısmındaki orta yere çanak şeklinde bir oyuk açılmış bulunurdu. Bu yolla sadaka verenlerin parayı buraya bırakmaları sağlanırdı. İki metrelik taşların yanında, sütunun tepesindeki çanağa uzanmayı kolaylaştırmak amacıyla birkaç basamaklı bir merdiven konurdu. Akşam namazından sonraki tenhaca bir zaman diliminde bu taşlardaki oyuğa hayırseverler para koyarlardı. Yatsı namazından sonra yani el ayağın çekildiği bir vakitte ihtiyaç sahipleri gelerek mevcut paranın ancak lazım olduğu kadarını alıp giderlerdi. İhtiyaç sahibi olmayanın hiçbir şekilde bu paraya dokunmaması, muhtaç olanın da bu açık hesaptan ancak gerektiği ölçüde para alması söz konusuydu. Hakkı hukuku gözeten bu tutum; cemiyette taşların yerli yerine oturmuş olması ve her kesimden insanların ahlaki değer taşıyor bulunması ile izah edilebilecek erdemli bir davranış tarzıdır.
ZİMEM DEFTERLERİ : “Zimem” burada borç anlamında kullanılmaktadır. “Zimem defterleri” borçluların borçlarının kayıtlı altında tutulduğu defterler demektir. Hâli vakti yerinde olan kimseler bilhassa ramazan aylarında kıyafet değiştirerek uzak mahallelerdeki bakkal, manav ve kasapları ziyaret ederdi. Bu esnafın elinde semtin veresiye alışveriş yapan sakinlerinin borç listelerini kalem kalem zapt etmiş bulunan zimem defterleri olurdu. Bu defterlerdeki hesapların bazen tamamını bazen de bir kısmını ödemek niyetiyle o esnafın dükkânına giren varlıklı kimse, hiç tanımadığı mahallelinin borçlarını önce toplattırır sonra da hesabı kapatarak dışarıya çıkardı. Ödeyen; kimlerin borcunu ödediğini, borcu ödenen de bu iyiliği kendisine kimin yaptığını bilmezdi. Burada esnafın de borçludan ikinci bir defa para tahsil etmeyecek kadar emin olması kayda değer bir husus olarak zikredilmeye değer.
İyilik yapan yaptığı iyiliğin gurur ve kibrini yaşayabilir, kendisine iyilik yapılan da hem incinebilir hem de minnet altında kalıp ezilebilir. Bu husus yardımların reklama ihtiyaç duyulmaksızın gizli yapılması gerektiğini bir kere daha bize hatırlatır. Nitekim “Ey iman etmiş olanlar, vermiş olduğunuz sadakaları, yapmış olduğunuz iyilikleri başa kakmak ve eziyet vermekle geçersiz kılmayın” (Bakara 264) âyeti ve “…sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayan kimsedir” hadisi mucibince yardımın gizlice, vereni büyüklenmekten, alanı da küçülmekten koruyan bir şekilde yapılanı makbul tutulmuştur. Bu ince duyarlılık; Osmanlı’da sadaka taşları ve zimem defterleri gibi uygulamaların devreye girmesine sebep olmuştur. i
ASKIDA EKMEK : Osmanlı döneminde fırınlarda ihtiyaç sahiplerinin gelip de almaları için askıda ekmek bırakılırdı. Kendi hanelerinin ekmek ihtiyacını almak için fırına gelen müşteriler bir veya birkaç ekmeği de ihtiyaç sahiplerinin gelip de alması maksadıyla askı için satın alırlardı. Bugün hâlâ ülkemizde yer yer yaşamakta olan bu âdet en temel gıda maddelerinden biri olan ekmeğe mihnetsiz ulaşmayı mümkün kılmaktadır.
El açmak; başkalarından ummak, gayrılardan istemek kolay iş değildir. Hele umup da en elzem vakitte bulmak hiç de kolay değildir. Dilenmek hem dilenen adına hem de o kimseyi böylesine bir zillete duçar eden toplum adına bir nakısadır. Ananevi terbiyemizde yer alan ve kendiliğinden işleyen vakıf teşkilatı, sadaka taşları, zimem defterleri, askıda ekmek gibi uygulamalar; “kalbin en ağır yükü sayılan minnet yükü altında bırakmadan” insan kardeşlerine el atmayı kolaylaştırırlar.
Zekât, fitre ve sadakaların hayat bulduğu, bihakkın yerine getirildiği bir cemiyette kimsenin bir haceti yerde kalmaz. Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” cümlesindeki derinlikli anlamı hatırlayarak sözü burada bağlayalım.