Her insanın başlı başına bir âlem olduğu devamlı surette söylene gelmiştir. Dahası orijinal ve tek nüsha olduğu. Beşer; hücre yapısı, parmak izi, saç teli de dahil fizyolojik yapısı, zihni işleyişi ve psikolojik hususiyetleri ile emsallerine göre pek çok anlamda farklılıklar arz eder. İnsan “eşref-i mahlûkat (=mahlukların en şereflisi)tır”, “dünyanın ziyneti (=süsü)dir. Bu bağlamdaki fikir ve değerlendirmeleri çoğaltabiliriz. Evet insan değerlidir, can ise azizdir. Hayat insana bahşedilmiş kutlu bir armağandır.
Beşer, ömür defterinden her gün bir yaprak daha kopararak yekûnu eksilte eksilte günü akşama geceyi sabaha devirirken; bazen kendine güveni, bazen kendisine hayranlığı, bazen de kibir ve gururu şaha kalkar. Kendisini, herkesin ve her şeyin üstünde görür. Dünyanın merkezi olduğuna, hayatın kendisi etrafında döndüğüne inanır. Böyle bir bakış açısı zaman içinde ferdi baştan ayağa kuşatır. Mağrur ben’ini yukarıda bir yere koyarak aşağıdakileri küçümseyen nazarlarla seyretmeye koyulur. Herkesin ve her şeyin öncelikli vazifesinin bu “özel tasarım ” konumundaki canın taşıdığı o müstesna cevheri keşfetmek olduğunu düşünür. Önce keşfetmenin, arkasından kendinden geçercesine beğenmenin ve nihayet sadakatle bağlanmanın akıl sahipleri için bir vecibe olduğuna inanmaya başlar. Her neye bakarsa başkalarının da ona bakmasını, baktığında neyi görürse başkalarının da onu görmesini talep eder. Şahsını eleştiren veya itiraz eden çıkarsa bunu kendi eksikliğine değil de; karşısındakinin bönlüğüne, cehaletine, değer bilmezliğine, kıymetten anlamıyor olmasına verir. Bu devasa nefis, her istediğini yapmaya kendisinde hak görür. Onun her hangi bir şeyi istemesi kafidir. O talebinin muhataplarına neye mal olacağı, kimi hangi zarara veya sıkıntıya sokacağı ise söz konusu bile edilemez. Zira hem onun istekleri hem de yaptıkları tartışılmaz doğrulardır. Bütün haklar kayıtsız şartsız onundur. Karşısındakinin hakkı ise onun vermeyi uygun gördüğü kadarıyladır.
Geçmişe bir göz atıldığında kendisini dev aynasında gören nice meşhur isimle karşılaşılır. Beşer, kendisini beğenmeye istidatlıdır. “Narsizm” denilen “kendisine âşık olma” hastalığı da bir Antik Çağ efsanesine dayanır. Bu cümleden hareketle bu eğilimin insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Her devirde bu hastalıkla malul pek çok kimse çıkmıştır.
Kendini beğenmenin bir adım ötesi bu nazenin nefsi büyütüp beslemek, koruyup kollamaktır. Günümüzde ne yazık ki bu büyütme durumu, “genel bir insanlık hâli” olmak yolunda ilerlemektedir.
Modernizm ve Post modernizm, insanı önce yalnız, kimsesiz ve başıboş bırakmıştır. Bu yalnız nefisleri; hadsiz hudutsuz dünyevi beklenti ve hırslarla donatmakla kalmayıp; en uç noktada keyifli yaşama emeli ve haz tutkusu ile kamaştırmıştır. Bu ben merkezli yalnız insan, kendi mutluluk ve saadetini her şeyin üstünde görmüş; bencilliği bir yaşama biçimine dönüştürmüştür. Bu nefsin kutsalı yine kendisidir.
Bu “hırsperest ben” ve “hazperest ben’ler; etik ve estetik her türlü ölçü ve endazeden, adap ve edepten uzaklaşmış; sadece kendi nefsini “keyfine kâhya” tayin ederek fütursuzca yaşamayı yeğlemiştir.
Hırsın sonu yoktur. Ne zenginliğin, ne mevki ve makam peşinde koşmanın, ne de şöhretin uç noktaları görülmez. Nefis de her seferinde elde ettiğinin bir üst basamağını istemeye şartlanmıştır. “Her ne pahasına olursa olsun yukarı hep yukarı” demeyi varlık sebebi sayar.
Gökyüzünün en parlak yıldızı, yer yüzünün en nadide incisi olan bu “dizginsiz ben” her düşündüğünü, her söylediğini mutlak gerçek, her yaptığını mahzı keramet sayar. Geri adım atmayı şahsına zül addettiğinden yanlış olduğunu bile bile yanılgısında, hatasında ısrar eder. “Kutsal ben”den zuhur edecek her şey gibi “kutsal yanlış” da kutsanmalıdır. “Kutsal yanlış”ın aksi ispatlansa, kötü sonuçlar doğurduğu sabit olsa dahi geri adım atmak nefse ağır gelir. En azından bir yenilmişlik işareti sayılacak bu durum, kabul edilemez. Yanlış sözün, kararın veya işin doğuracağı istenmeyen sonuçlar ise söz konusu bile edilmez. Yeter ki “ben”in sözü yere düşmesin. Yeter ki ben “ben her ne demişsem odur” dogmasının dışına çıkmasın. Yeter ki, ben incinip de gücenmesin.
“Kutsal ben”, “kutsal hırs”, “kutsal yanlış”; bizim irfan ummanımızın kenarında, kıyısında olsun hiç mi dolaşmadı? Kulağına çarpan, gözüne ilişen hikmet damlacıklarından hiç mi hissedar olmadı? Bu kadar pusulasızlık niye. Şüphesiz ki; o da bu iklimin havasını soludu ama gelin görün ki, kıyıya çarpıp geri dönen dalgalar misali feraset dalgaları da şöyle bir yalayıp geçti. Bir türlü içeriye nüfuz edemedi. Satırlarımızı “vermeyince mabut neylesin Mahmut” ibaresiyle bağlayalım.