Bir süre evvel, zaman zaman bu lacivert kaplı ajandanın kapağını açacağız, demiştik… Muradımız, kapağı açılan ajandadan kimseleri kıracak veya rencide edecek bir şeyler çıkarıp, etrafa saçmak değildir. İstedik ki, biraz gülelim ve geçmişten yarı anı, yarı fıkra ile şu moral bozan haberlerin etkisinden sıyrılalım. Baksanıza, yargının tepesinde kopan fırtına yüzünden kurumlar birbirine girdi, yasama yargıyla karakolluk oldu! Muhalefet, artık tüm gücüyle iktidara yükleniyor ve erken seçim talebini yüksek sesle haykırıyor…
Her ne kadar yargı krizi, şimdilik yerini mutedil bir havaya terk etmiş gibi görünse de, yaşanılan bu süreçte yarın ne olacağı belli değil…
Millet olarak hem endişeliyiz hem de moralimiz bozuk… Ekonomik kriz bile bu süreçte geri plana düştü. Medyada iç karartan haberler yüzünden neredeyse tebessümü unuttuk.
Bu sebeple bugün biraz da gülelim istedik…
Nasılsa, bütün yurdu kasıp kavuran bu sert haberlere dair daha çok yazıp çizeceğiz. Baksanıza Ankara her defasında bir yolunu bulup, yeni krizler üretmekte acar davranmayı biliyor! Diyelim ki yargı krizi biter gibi olunca, bu defa yeni dinlemeler gündeme küt diye düşüyor. Yani Ankara olduğu sürece, millet olarak krizden de sert haberlerden de mahrum kalmayacağız!
Oysa hayatın içinde mizah da var.
Sözü uzatmayalım.
Türkiye, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin, çekim alanından usul usul çıktığı 85’li yıllardı. Sokaklar yeniden siyaset ve ölçülü bir demokrasi ile hareketlenmişti. Merhum Özal, Türk milletine hemen her gün yeni bir sürpriz yaparak, daha önce bilmediği kavramları tanıştırıyordu. 12 Eylül’ün tüm izleri silinmesine silinmemişti ama “beşeri hafıza nisyan ile maluldür” sözünü haklı çıkaran bir atmosfer hakimdi etrafa…
Ancak bundan önce, hem de dört yıl öncesiydi; Ramazan gününde, devrin kudretli adamı Kenan Paşa, üzerinde üniforması ve yanında konseyin diğer dört üyesi olduğu halde, Havuzbaşı’nda Atatürk Anıtı’nın önünde, Erzurumlu’ya hitap ediyordu. Akan kardeş kanını bir günde nasıl durduklarını ve “netekim” ülkeyi uçurumun ağzından nasıl aldıklarını tane tane anlattıktan sonra, alanı dolduran binlerce vatandaştan coşkulu bir alkış aldı. Paşa, Erzurum’un ve Erzurumlu’nun yabancısı değildi aslında…
Dumlu’daki tümende Kurmay Başkanlığı yapmış ve özellikle o civarda onlarca eş dost edinmişti. Bunların bir kısmı, miting alanının en ön safında, Paşa’nın görebileceği bir pozisyon almışlardı.
Partilerin üzerinden tanklar geçmiş, eskilerin ateşli hatipleri çeşitli tutukevlerinde “mecburi istirahat”e çekilmişlerdi. Dolayısıyla, vatandaşın “ateşli hatip ihtiyacı”nı o devirde Kenan Paşa gideriyordu. Erzurum’da da durum farklı değildi. Paşa, öyle bir gaza gelmişti ki, ramazanı ve halkın da oruçlu olduğunu unutuverdi. Kürsünün üzerindeki bardaktan bir güzel su içtikten sonra, kaldığı yerden devam etti.
Fakat olan olmuştu… Erzurumlu, militarizmin bu başkomutanını, üstelik etraf buram buram darbenin keskin kokusu altındayken protesto ediyordu…
Vatandaş, Paşa’nın şaşkın, ve biraz da hiddetli bakışları altında meydanı boşaltmaya başladı. Oysa, Paşa daha konuşacaktı ve darbenin faziletleri üzerine kimbilir hangi hikmetli vecizeleri aktaracaktı. Lakin Erzurumlu, “oruç yiyen” bu hatibe, darbenin en güçlü adamı ve de baş paşası da olsa kızmıştı, kırılmıştı: Nasıl olur da oruç tutmazdı.
(…)
Fıkra bu ya… Erzurumlu’ya sormuşlar üç büyük hasımını söyle diye… Şöyle sıralamış rint meşrepli bir vatandaş üç büyük hasmını:
-“Ramazan, Rus ve Kış”
Sormuşlar. Peki bunların içinde seni en çok yoran hangisi?
Tereddüt etmeden cevaplamış bizimkisi:
-“Ramazan”
-“Neden, ramazan?”
-“Ramazan. Çünkü: Rus ortalama elli yılda bir geliyor. Kış bazı seneler ılıman geçiyor; ama ramazan hiç sektirmeden her yıl geliyor ve bir ay sürüyor”
Gelin yazının başına, daha doğrusu bizim DMO markalı lacivert ajandaya yeniden dönelim ve 85’li yıllardan bir hatıra aktaralım.
Ramazan’da da haber peşinde koşturan muhabirler, özellikle öğleden sonra, yani iftara birkaç saat kala, doğruca valilik binasına gider, o tarihlerde basın müdürü olan Abdurrahman Pütür’ün odasında, “arazi” olurduk. İşte böyle bir günde, valilik binasının o geniş taş merdivenlerinden nakavt olmuş boksör vaziyetinde çıkıyordum. Başımı kaldırdığımda Vali Fevzi Yetkiner benden birkaç basamak önde, elleri arkasında, şairin tarif ettiği gibi ağır ağır çıkıyordu merdivenleri…
Makam odasının bulunduğu kata çıktığımızda, (ismi bizde kalsın) bir vali yardımcısı elleri cebinde, ağzında sigara volta atıyordu.
Yönünü bize doğru çevirince, ağzında sigara olduğu halde Vali Yetkiner’le yüz yüze kaldı. Vali yardımcısının yüzünde patlayan şamarın sesi, o yüksek taş binada akustik bir yankı ile çınladı. Ve Vali Yetkiner, yüksek bir sesle; “Terbiyesiz adam, ben de oruç tutmuyorum ama burası Erzurum… Ne alemi var umumun içinde sigara içip dolaşmanın. Maksadın, birileri gelip burada hadise çıkarsın da etraf karışsın.”
Vali Yardımcısı itiraz eder gibi oldu, çünkü şaklayan şamar alt ve üst katlardan duyulmuş, oruç mahmurluğu ile pinekleyen memurin takımı irkilmişti.
Yazık olmuştu. Çünkü sıcak yaz gününde hem de ramazanda ne güzel uyurdu memurlar serin serin… Hoş şimdi de fazla bir şey değişmedi. Şimdi, o sıcaklar yok ve bir de serin taş binalar.
Vali yürüdü odasına gitti, arkasına bile bakmadı…
Yaşı gençte olmayan o vali yardımcısı, koşar adımlarla merdivenlerden inip uzaklaştı.
Mehmet ŞENER
Bir yanıt yazın