O sene okula başlayacağını düşünmek Küçük Kız’a gerçek bir bayram sevinci yaşatmaktaydı. İnatçı ve ısrarlı çabalardan sonra okul önlüğünün vaktinden çok önce dikilmesini, dantel kurdela ve yakalıklarının örülmesini sağlamıştı. O yıllarda hazır giyim yok denilecek kadar azdı. Bu tip ihtiyaçlar ev terzileri veya iş bilir anneler, teyzeler, yakınlar vasıtasıyla karşılanırdı. Okul çantası Tahtacılar Çarşısı’ndaki bir marangoza ısmarlanmıştı. Ahşap, dikdörtgen bir kutu şeklinde tasarlanan bu çantanın iç hacmi dardı. Orta yerinde bir kulpu vardı. O senelerde defterler saman kâğıdı denilen cinsten sarı idi. Kalemler de sadece siyah renkli ve silindir biçimindeydi. Dışı pastel renkli, köşeli, ince, zarif, kokulu kurşun kalemlerini ancak ilkokul beşinci sınıfa gelindiğinde ilk defa görecek; bu emektar yazıcılara kalemden çok bir süs eşyası muamelesi yapacaktık. Kayıt için gerekli evrak çok önceden hazırlamış olup vaktı merhunu gelince çıkarılsın diye çanta içinde bekletilmekteydi. Defterleri, kalem ve silgiyi ihtiva eden bir kalem kutusu da çantanın içindeki uygun yerinde alesta durmaktaydılar. Bu kutlu mal varlığı, günde birkaç kere saklandığı yerden çıkarılır, tek tek elden gözden geçirilir; bakışların, parmakların temasıyla okşanır tekrar erişilmez bir köşede muhafaza altına alınırdı.
Kayıt günlerini kaçırıp da okulsuz kalma korkusu yaşayan Küçük Kız, tam da bu günlerde amansız bir hastalığa duçar oldu. Uzunca bir süre kendisini bilmeden yattı. Yavaş yavaş uyanmaya başladığında ise yerinden kalkamadığını fark etti. Bu zor günlerde bir deri bir kemik kalmış; güçten takatten düşmüştü. Bu yüzden olsa gerek dengesini sağlayamıyor, ayakta duramıyordu. Ama, o bu durumundan daha çok okullu olamama endişesi ile mustaripti. Bir öğle vakti, hasta yatağının yanında oturup da kendisini eğlendirmeye çalışan babasına korka dolu gözlerle baktı : “ Baba, okullar açıldı mı?” Baba, kırık bir sesle, “sen önce toparlanmaya bak, bütün okular senin” dedi. Küçük kız, “Baba ben okula gitmek istiyorum, sana söz veriyorum kendime iyi bakarım, dikkat ederim” diyerek ağlamaya başladı. Bu rica ve minnetler, bu yalvarıp yakarmalar ağır basmış olacaktı. Bir şehit yetimi olan ve çok küçük yaşlarda da öksüz kalmış bulunan bu yufka yürekli müşfik baba, bu hasta çocuğu daha fazla üzmeye kıyamadı. “Peki bir deneyelim “ dedi. Sisli, puslu, karlı, buzlu bir kasım ayı sabahında Küçük Kız ablası yanında olduğu hâlde kendisini babasının kucağında Esat Paşa Yokuşu’nu tırmanırken buldu. Ömer Duygun İlkokulu (Yokuşun tepesine yakın bir yerde soba ile ısınan eski bir okuldu. Daha sonra bu okulun yerine Yetiştirme Yurdu yapılacaktır.)
Baba, çocuğunu müdür odasının yanındaki geniş pencere içine oturttuktan sonra ilgili makamdan içeriye girdi. Abla da üşümesin, düşmesin diye bu arada kardeşini koruyup kollamaya çalışmaktaydı. Bir müddet sonra müdürün odasından çıkan baba üzgün bir ifadeyle “kızım müdür bey, seneye kaydedelim” dedi. Arkasından “birinci sınıflar bir hayli ilerlemişler, onlara yetişemezsin “cümlesini ilave etti. Bu haberi duyan Küçük Kız, hıçkırıklara boğuldu. Katıla katıla ağlıyor, ağlıyordu. Bu ağlama seslerini odasından işiten müdür Zeki Kızıloğlu Beyefendi, (Allah, rahmet eylesin.) dışarı çıktı. Kızını teselli etmeye çalışan mahzun babaya dönerek; “çocuğu üzmeyelim, kayıtsız devam etsin, duruma bir bakalım” dedi.
Küçük kız, hemen o gün bir sınıfa dahil oldu. Abla, sarsak adımlarla yürümeye çalışan kardeşini sıraya oturturken, “ben okul çıkışı gelip seni alıncaya kadar sakın yerinden kıpırdama, dikkatli ol” diye tembih etmeyi unutmadı. O esnada bu soğukça sınıfta müzik dersi yapılmaktaydı. Orta yaşlı uzun boylu erkek öğretmen kırçıllı paltosu sırtında olduğu hâlde öğrencilerine “erken yatarım, erken kalkarım, bir yumurtayı sütle çalkarım” şarkısını teatral bir biçimde söyletmekteydi. Sınıf coşkulu ve neşeli bir sesle gözlerini kapayıp, yanağını sıraya dayayarak uyuyormuş gibi yapıyordu. Sonra da büyük bir sevinçle kollarını açarak uyanma mutluluğu yaşıyordu. Küçük kız, şaşkın etrafına bakakaldı. “O kadar ağlayıp da bu kalabalığa karışmamış olsaydım daha mı iyi olurdu acaba” diye düşündü. Bu işin içinden nasıl çıkacaktı. Sınıf, alışıp kaynaşmış bir hayli de yol almıştı. O, ise bir ayrık otu gibi kenarda duruyordu. Üstelik, desteksiz yürüyemiyordu. Ama o korku dolu ilk günler bir rüya gibi çarçabuk geçti. Küçük kız, o sene arkadaşlarına yetişti.
Uygulamaya göre çocuklar sırayla evlerinden yakacak odun ve kömür getiriyorlardı. Sobayı da sınıfa göre yaşça büyük sayılabilecek bir kız öğrenci tutuşturuyor, sık sık da madeni bir maşayla ateşi karıştırıyor, yeni mahrukat ilavesiyle sınıfı sıcak tutmaya çalışıyordu. Trafik tehdidinin olmadığı herkesin birbiriyle tanıdık, eş- dost bulunduğu o muhitin çocukları güven altında sayılırlardı. Bu yüzden olsa gerek okula yalnız gidip gelirlerdi. Küçük kız da kısa zamanda toparlanıp güç kuvvet kazanmış ve her gün tek başına okul yoluna koyulur olmuştu.
Yalnız Esat Paşa Yokuşu’nun bir handikapı vardı. Bu yokuş tabii bir buz pistiydi. O sebepten günün ilk saatlerinden karanlık vakitlere kadar hiç boş kalmaz; devamlı surette kızakla kayılan bir mekân olma hüviyeti taşırdı. Tahta kızaklara bazen tek kişi bazen iki kişi biner; yokuşun tepesinden süratle aşağıya inerdi. Bu sebepten olsa gerek kızaklar yokuştan aşağıya inenlere veya yokuşa tırmananlara sıklıkla çarpardı. Soğukla, karla, tipiyle boğuşarak bin bir güçlükle bu parlak şeffaf buzul tepesinde yol almaya çalışan öğrencileri yokuşun dibine savururdu. Bu sebepten her bir öğrenci için okula ulaşmak gerçek anlamda bir Sisifos efsanesini yaşamak demekti. Yokuşu aşma emelindeki nice başarısız tecrübeden ve nice düşüp kalkma temrininden sonra, bitap düşmüş, eli ayağı ve kirpikleri buz tutmuş bir vaziyette menzile vasıl olunurdu. İlk derslerde eller kalem tutmazdı. Bu sebepten olsa gerek, bu uyuşmuş bedenleri açmak adına müzik, beden eğitimi gibi dersler birinci saatlere konurdu. Bu zorlu ulaşım seanslarında önlük, palto, manto gibi giyeceklerin etekleri bele kadar ıslanmış ve sonra da buz tutmuş olurdu. Bu buz tabakaları sınıfta ağır ağır çözülürdü. Şıp şıp damlayan sular her sıranın altında küçük su birikintileri oluştururdu. Bazen bu birikintilerin birbirine karışarak minik bir dere oluşturdukları dahi görülürdü. Yaş giyim kuşam eşyalarının üzerinde oturan çocuklar günün ilerleyen saatlerinde bu ıslaklığın ağır ağır kuruma yoluna girdiğini fark etmezlerdi bile…
Beslenme saatinde “Amerikan yardımı” adı altında süt tozu ile irice bir baklava dilimi şeklinde kesilmiş tatlı mı tuzlu mu olduğu pek de belli olmayan bir çeşit kurabiye dağıtılırdı. Zaman zaman bu nevaleye yarısı lacivert, yarısı beyaz minik toplar şeklindeki balık yağı hapları da ilave olurdu. Bu gıda takviyesine ihtiyaç var mıydı? Türkiye altmışlı yıllarda çok fakirdi. Bazı arkadaşlarımızın evlerinde sıcak aş kaynamadığını, kara kışların odsuz dumansız bahara erdirildiğini hatırlıyorum. Anadolu, yardımın her türlüsüne muhtaçtı. Almanya eleman istediğinde aş- ekmek peşindeki nice insanımızın evladüıyaldan geçerek bu ümit kapısına dört elle yapıştığı gerçeği bu meyanda yüzümüze bir tokat gibi iner.
Dördüncü ve beşinci sınıfları yokuşun tam da tepesindeki kaloriferli yeni okul binasında okuduk. Yenilenen eski bina erkek çocuklar için yetiştirme yurdu olmuştu. Sınıfımızda da bu yurttan bir hayli çocuk vardı. Genellikle Güney illerimizden gelen bu öğrenciler sınıfa göre yaşça bir hayli büyüktüler. Diğer çocuklarla kaynaşmayan ve kendi aralarında konuşup hâlleşen bu boynu bükük ve sessiz çocukların silik fotoğrafları; kapanmaz bir yara gibi yüreğimde asılı durur.
İnsanlık; yaşanmış her andan bin bir renk, koku, desen, tat üreterek ömür defterinin sayfalarını hızla çevirirken geride bıraktıklarının tortusu ile her daim hâlleşip söyleşir mi? Zihin; suları birbirine karışan nehirler gibi her fırsatta geçmiş ile gün arasında seferler düzenleyip durur mu? Bugünümüzün geçmişimizin koynunda neşvünema bulduğunu bilmek mi ayağımızı o eski köprülerden sık sık aşırır. Neticeikelâm, “Geçmiş Zaman Peşinde” koşmak yol hâlinin ve yolcunun kaderinde vardır. Belki de zaman araya mesafe koydukça hafıza ambarı gediklilerine kapılarını gümrüksüz bir şekilde her daim açık tutmakta.
İz sürerek yürümek; beşerin varlık haritasında kayıtlıdır. Güzel izler sürmek ve iyi izler bırakmak temennisiyle.