- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

BİR TUTAM HAYAT

Dünyanın öznesi insan… O insan ki, Yaratıcıya muhatap kılınma şansını elde etmiş imtiyazlı varlık.

İnsan, dünyanın şeref misafiri. Anlayıp kavrama, sorup sorgulama, arayıp bulma, yapıp etme, değiştirip dönüştürme, üretip tüketebilme kabiliyetleriyle donatılmış.

Beşer denilen muamma; içinde meşvünema bulduğu dünyaya ve yaşadığı hayata bir anlam katarak çeşitli kademelerde yorum yapabilmiş. Fizik ve fizikötesi meselelerde yol alıp derinleşebilmiş. Evrenin esrarına erebilme, kendi içindeki âlemleri çözebilme adına akıl almaz bir ceht yarışında gözü kara savaşabilmiş.

Ayrıca kendi ömür seferinden ibret hikâyeleri derleyip devşirerek deruni cephesinde mesafeler kat edebilmiş.

İnsan bir tarafıyla azim ve iradenin, bir tarafıyla da çaresizlik ve zaafiyetin temsilcisi.

İnsan; seven sevilen, acı çeken, veren alan, yenen yenilen kısacası var oluş serüvenini çeşitli hadisatın haddesinden geçerek gerçekleştiren ve bizzat canını emanet niyetine taşıyan fani.

Her ten sahibi; canı çekilmiş nice donuk bedenin kara toprak tarafından yutulduğuna şahit olmak mukadderatıyla hemhâl.

Her nefes sahibi nefis; başka vücutların son yolculuğunda kendi akıbetine tekrar tekrar uyanma, kendi hicretinin talimini yapma zorunluluğuna tabi.

Doğum ve ölüm denilen sarmal; bir diğerinin hem sebebi hem de neticesi olması hasebiyle

çift başlı bir masal kartalı hükmünde.

Hayat ile memat varlığın iki kutbu. Birbirini karşı tutkulu bir aşk, ezeli bir cazibe besleyen bu iki uç arasındaki insan; ecelle olan randevusuna yetişmek için zamanla yarışma, dolu dizgin koşma telaşında.

Ezel ile ebed arasındaki insan, bir sarkaç gibi biteviye gidip gelmekte. Yaşadığı mekânın, bağlandığı devranın, benimsediği eyyamın bir atlama tahtası, bir sıçrama noktası olduğunu ise şeksiz şüphesiz idrak etmekte..

Bu kısa soluklu berzahta, bu dar zaman diliminde; bilebilme, kavrayabilme ve yapabilme imkânları sınırlı. Ama yine de “insan denilen meçhul” bu darlıkta bolluğu, yoklukta imkânı yakalayabilmek adına kıyasıya bir mücadele içine girmekte. Talep edene esrarını döken nice yapılar olduğunu, vuruldukça açılan nice kapılar bulunduğunu denedikçe keşfetmekte. Bir avuçluk mühlete devasa icatlar, keşifler, fetihler, eserler, yapıp etmeler sığdırmakta.

Her gelen mevcudiyetinden sadır olan işaret taşlarını gelecek zamanlara doğru fırlatmakta. Havasıyla karıldığı bu dünyaya kendi gayretinden ama az ama çok bir şeyler katmakta..

Her giden kendi ikliminden bir şeyler alıp götürmekte, bir şeyler eksiltmekte.

Her yolu düşen “esâme defteri”ne hiç değilse bir çentik olsun atmakta..

Gidenler; belki nöbetlerini tamamlamış; sıralarını savmış olmaktalar. Ama arkalarında doldurulmaz bir boşluk kalmakta. Her ne kadar gidimlinin yerini gelimliler doldursa da, her ne kadar bu hesap bir devir teslimden başka bir şey değilse de hiçbir kimsenin tam anlamıyla diğerinin yedeği, iz düşümü, vekili, halefi olamayacağı söylenebilir. Zira her can benzersiz, tek nüsha, biricik, orijinal.. Her dünyevi hayat, diğerlerinden müstakil, tek atımlık kurşun gibi bir defaya mahsus.

Her bir kimsenin bizatihi varlığının kendi zatına has, özel ve özgün olduğu kadar yol haritasının da kişiye mahsus kurgulandığı bir gerçek. Her varlık kendi rolünü kendisine verilmiş kumaş çerçevesince biçip dikebilmekte. Kumaşların rengi, deseni, boyası, cinsi, ebatları her beden sahibi için farklı farklı. Her dünyalı yolunu kandilindeki ışık kudretine göre aydınlatmakta. Bu fena çeşmesinden kabı nispetinde su doldurmakta.

Bu bakımdan var oluş macerası her bir mevcut için hem aynı hem de çok ayrı. Tıpkı uyanılan her günün hem diğer günlerden bir gün hem de bambaşka bir gün oluşu gibi. Tıpkı ulaşılan her sabahın; hem bütün sabahlar gibi bir sabah hem de terütaze bir başlangıç, el değmemiş ayak basılmamış yepyeni bir kıta hükmünde oluşu gibi.

Âdemoğlunun büyük resim içindeki yeri bir zerre mesabesinde de olsa o, kendi bahtına düşeni pişirip kotarmakta. Zerreler içinden bir zerre de olsa çoğu zaman kalıplarına sığmamakta. Küçük çerçeve içindeki yeri bir koca âlem hükmünde dahi olsa her hâlükârda saltanatının sallantıda olduğunu hatırlamakta.

Ölüm fikri bazıları için bir korku bir tüneli, bazıları için meçhule açılan bir kapı, bazıları için trajik bir nihai nokta, bazıları için mutlak bir son, bazıları için sevgiliye kavuşma anı, bazıları için evin öteki odasına geçiş, bazıları için misafirhaneden asıl yuvaya göçüş, bazıları için Hakk’a dönüş olarak algılanıp yorumlanmakta.

Gelimli gidimli, ölümlü yitimli dünya” belki de güldürdüğünden ziyade ağlatmış olduğundan olsa gerek “deni”, “alçak”, “vefasız”, “kahpe”, “yalan”, “dönek” sıfatlarıyla algılanmış. Durup kalkma, konup göçme, bakıp geçme, “şöyle bir uğrayıp çekilme ” menzilinde dünyalılar bir hayli kayıt altına girerek; devranın tecellileriyle, zamanın hükümleriyle başa baş güreşmişler. Hezimetle zafer, kahırla lütuf, “nar”la nur” arasında mekik dokumuşlar. Fakat her şeye rağmen hayata, dünyaya, dünya nimetlerine tutunmuşlar. Yakın ve uzak halkalardaki insanları sevmiş onlarla ünsiyet peyda etmişler. Mevcudatın her çeşidiyle gönül bağı kurmuşlar. Bu sebepten olsa gerek hem giden hem de geride kalanlar için ayrılık çoğu zaman elemli, gaybubet can yakıcı olmuş.

Dünyasını değişti”, âlem-i bekaya göçtü”, “ebedi âleme irtihal etti”, edebi istirahatgâhına tevdi edildi”, ecel şerbetini içti”, “sırlandı”, Hakk’a yürüdü”, “dâr-ül-bekaya intikal etti”, “ircii emrine uydu” gibi ifadeler; ölümün soğuk pençelerini gevşetmekte, ağır yükünü hafifletmekte, acı lezzetini tatlandırmakta.

Şeb-i arus (=gelin odası), “âsûde bahar ülkesi” gibi benzetmeler ölüm fikrini dipsiz kuyularda kaybolmak, zifiri karanlıklara karışıp yok olmak gibi yakıştırmalardan çekip çıkararak aydınlık ve ferah mekânlara taşımakta.

Ölüm ötesine inanmış bulunmak bir iman gereği olmanın dışında fıtri bir ihtiyaç. Zira insan oğlu devamlılık özlemi ve sonsuzluk iştiyakı ile dolu olarak beden bulmuş. Baki olma emeli, ebedi kalma muradı yolundaki ısrarlı cehtler; insanlık tarihi kadar eski. “Âb-ı hayat” (=ölümsüzlük suyu, bengi su), “filozof taşı” gibi kavramlar bu hususun ne ölçüde revaç bulduğunun göstergesi.

Modernist bakış açılarında gördüğümüz ölümü kabul edemeyiş, onu mutlak son olarak bilmeye isyan; bir anlamda bu tabiata ters düşmeye, bu yaradılış kanunlarının ötesinde kalmış bulunmaya bir baş kaldırı olarak da düşünülebilir.

Her türlü isyan ve reddiyenin eninde sonunda vardığı yerin başını sert bir taşa vurma olduğunu söylemek bile lüzumsuz. “Niye kalıcı değilim”, “niye ebedi değilim” cümlelerinden doğan ümitsizce bir çırpınışın, beyhude bir sancının yansımaları olan çatışmanın sadece “bunaltı” doğurduğu ise örnekleriyle sabit.

Bu yaman problematiğe tek bir cümleyle cevap veren Koca Yunus’un bir mısraıyla sözü bağlayalım :

Ölümden ne korkarsın, korkma ebedî varsın.”