- Erzurum Haber Gazetesi - https://erzurumhabergazetesi.com -

ERZURUM’DA ORTAOKULLU OLMAK

O sene yeni bir atılımın sevkiyle yürekler sarsılıyor, küçük dünyalarda kıvılcımlar çakıyordu. Çocuk ruhlar bu talimgâhın bin bir yüzü olduğunu deneyerek öğrenme yolunda adım adım mesafe alıyorlardı.
İlkokul bitirmede bir öğretmenler heyeti önünde bütün derslerden sözlü sınav olmuştuk. Okul müdürünün de aralarında bulunduğu bir öğretmenler jürisi karşısında bir hayli ter dökmüş; heyecan ve korku dolu tedirgin günler geçirmiştik. Her imtihan günü için de hoca heyetine sunulmak üzere evde annelerimize yemek hazırlatmış; büyük bir itina ile pişen bu yemekleri okula taşımıştık. İmtihan kapısından ürkek, çekingen numara sırasıyla içeriye girmiş, olanca ciddiyetimizle soruları cevaplamaya çalışmıştık. Nihayet ilk diplomalar sahiplerini bir zafer sevincine gark etmişti. Her ne kadar okulumuzdan, arkadaşlarımızdan, alışkanlıklarımızdan kopmak üzüntü vermekteyse de açılması muhtemel başka kapıları çalma telaşı bir yerlerden uç vererek bu duygu medcezirlerine çeşni katmaktaydı.
Çifte Minareler Medresesi arkasındaki Erzurum Kız Ortaokulu’na kayıt olduğumuzda; “her derse ayrı öğretmen girecekmiş? Acaba çok mu zor? Başarabilir miyiz? Mealindeki inatçı kaygıların baskısı içinde çırpınıp durmakta, gizli tasalarla cenkleşmekteydik.
Eğitimin ilk gününün ilk saatlerinde tekmil öğrenciler; kümeler halinde büyük bahçede beklemeye durdular. Birkaç saatin içinde orta iki ve üçüncü sınıflar; on on beş basamaklı yan merdivenlerden yukarı çıkarak koridorlardaki sınıflarına dağıldılar. Kala kala yeni kayıtlı öğrenciler kalmıştı. Onlar da sayıca bir hayli kalabalıktı. Uzun ve sıkıcı bir bekleme faslından sonra yorulmuş, gevşemiş, dikkati dağılmış olan yeni mektepliler; kendilerini hizaya sokmaya çalışan bir öğretmen hanımla karşı karşıya kaldılar. Daha sonra elindeki torbadan kura çektirmeye çalışan bu öğretmen bu suretle yabancı dilimizi belirlemeye başladı. Bir başka görevli ise listedeki adımızın karşısına kısmetimize düşen lisanı kaydediyordu. Bütün gün kuraların tek tek çekilmesi ile geçti. Nasibine İngilizce çıkanlar kendilerini şanslı hissederek sevindiler. Ben de bu sevinenler grubuna dahil oldum. Günün ilerleyen saatlerinde şubelerimiz belirlendi. Benim sınıfım giriş katında idi. Sınıfın tam karşısında ise büyük ve donanımlı bir kütüphane vardı. Zaten oldu bitti çok okumayı çok seven biri için kütüphane ile komşu olmak bir nimetti. Kısa zamanda kütüphane memuresi Neriman Hanım’ın koruyup kolladığı imtiyazlı bir öğrenci mesabesinde olmuş ve bu mekânın en sadık müdavimlerinden biri konumunu almıştım. Ders biter bitmez karşı kapıya koşardım. Masada sayfalar arasına konulmuş kâğıtla kaldığım yer belirlenmiş olduğundan hemen kitabımı açar, ders zili çalıncaya kadar da okumaya devam ederdim. Çoğu zaman öğretmenle birlikte sınıfa girerdim. Lamartine’in Graziella’sı, , Bernardin de Saint-Pierre’in Paul ve Virginie’i dahil pek çok klasiği bu yıllarda büyük bir zevkle okudum. Bazen Neriman hanım “hadi Altuniş derse” diyerek zamandan ve mekândan kopmuş bu çocuğu uyarır, sınıfa yollardı. İlkokul boyunca harçlıklarımı kitaba yatırmış; o günün çocuk kitaplarından bir koleksiyon edinmiştim. Ömer Duygun İlkokulu’nun bir kütüphanesi yoktu. Ama İnönü ve Kültür Kurumu ilkokulları benim boş zamanlarımı geçirdiğim kutlu mahaller olmuştu. İnönü İlkokulu müdürü Huriye Özkan, devamlı okul kütüphanesinde gördüğü bu çocuğa büyük bir yakınlık göstermiş; onu birçok güzel cümleyle ödüllendirmişti.
Kız Ortaokulu müdürü Nurhayat Narmanlı, son derece alımlı, ağırbaşlı ve zarif bir hanımefendiydi. Fransızca öğretmeni olduğunu bilirdik. Zambak Akmut, Şükran Kürkçüoğlu, Yurdagül Pirimoğlu, Bereket hanım, İnci hanım, Kadir bey, Hamdi bey, Fikret bey gibi hocalarımız vardı. Eğitim kaliteli olmakla beraber kurallar çok sıkı ve tavizsizdi. Öğretmenlerimiz sert ve acımasızdılar. Dayak atma ve hakaret etme eğitimin bir parçasıydı. Öğrenciler de veliler de bu uygulamayı normal sayar, şikâyet konusu yapmazlardı. “Eti senin kemiği benim” anlayışı bu yıllarda da hükümferma idi anlaşılan.
Okula mesafe ne olursa olsun yürüyerek gelip giderdik. Elimizde çoğu gün okul çantası, ev idaresi, biçki-dikiş dersi araç ve gereçleri, resim, beden eğitimi gibi derslerin ilave malzemeleri ile öğle nevalemizi taşıyan sefertaslarımız olurdu. O yıllarda okul dışında kara önlük üzerine şapka giymek mecburiyeti vardı. Polis-asker şapkasının bir benzeri olan bu şapkayı giyinmek uzun kış mevsimleri için pek mümkün değildi. Zira uzun vadeli kara kışlarda sadece gözlerimizi açıkta bırakan kalın yün bereler ve atkılarla sarınmak gerekirdi. Bir kontrol olduğunda başımız ağrımasın diye şapkayı da bir çanta veya poşetin içinde taşırdık. Bazen okulun kapısına kadar geldiğimde şapkamın olmadığını fark ederdim. O hava muhalefetine rağmen eve geri döndüğümü, şapkayı alıp olabildiğince hızlı o koca mesafeleri aştığımı esefle hatırlıyorum.
O dönemde kız öğrencilerin bir çoğunun şiir defterleri olurdu. Yerli ve yabancı şairlerden bir buket mahiyetindeki bu defteri itina ile yazar, şiirlerin kenarına bazen ağaç, çiçek, kelebek, kuş resimleri yapıştırırdık. Bazen de bu süslemeleri bizzat kendimiz çizerdik. Bu defterler elden ele dolaşırdı. Şiir muhabbeti ve alışverişi evvelce hiç tanışmayan çocukları bile bir araya getirirdi. Bazı şiirleri defterime kaydedebilmek için üst sınıftaki ablaların peşlerinden koştuğumu onların da ellerindekini paylaşmak konusunda son derece gönülsüz ve nazlı olduklarını ilave etmeliyim. Edgar Alan Poe’nin Anabelle şiiri için günlerce bir ablaya adeta musallat olmuş nihayet rica minnet beş dakikalığına defterini alabilmiştim. Bu şiiri önce müsvette kâğıdına karalamış; sonra da evde asıl deftere özenle geçirmiştim.
“Seneler,seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;”
O günkü küçük dünyamızda bu satırlardaki her kelime efsunlu ve melekuti bir diyardan, ötelerden haber veriyordu. Sanki bu cümleler alelade bir söz dağarcığından alınmış kelime istifleri değildi. Sanki içimizdeki ezeli güzellik aşkına beden veren ve maveradan dökülen cevahirlerdi.
Anabelle’ye ; hayalhanemizde yer ile gök arasında ama yerden ziyade gök yüzünün katlarına yaraşır mavi, eflatun tozpembe bulutlar arasında dolaşan bir masal perisi suretini nakşediyorduk. Bu şiirde kanat ibaresi yoktu. Ama o kanatları Anabelle’ye bizler takmış; onun bütün güzellik ve iyilikleri nefsinde cem eylemiş masum ve uhrevi simasını zihnimize işlemiştik. Zira, insanın çok sevip de bağlanabileceği bir insan; ancak böylesi beşer üstü bir mahluk, yüksek bir yaratılış olabilirdi. Sıradana rağbet etmek için bir sebep yoktu.
Evde defterlerdeki bu şiirleri yüksek sesle defaetle okur, daha olgun seslendirmelere erişebilmek adına temrinler yapardık.
Öğle tatillerinde bazen okul kantininden yirmi beş kuruşa iki buçuk simit alırdık. Bu simitlerin hayatta yediğim en leziz öğle yemekleri olduğunu söyleyebilirim. Bazen de annemizin elinden çıkmış nevaleleri okulun alt katındaki kalorifer kazanlarının üstüne koyar, bu sayede yemek molasında sıcak yemekle kifafı nefs ederdik.
Birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğimiz yaz tatilinin ağustos ayında Varto depremi denilen zelzele güney illerimizden bazılarında önemli can ve mal kayıpları husule getirmişti. Erzurum ve çevresinde de yıkımlar olduğundan aileler evlerinin bahçelerine, sokaklara ve açık alanlara çadırlar kurdular. Okullar açıldığında da artçı sarsıntılarla sık sık sarsıldığımızdan topluca merdivenlere hücum eder; itiş kakış kendimizi dışarı atardık. Aslında işin ciddiyetinden bihaberdik. Bu her sarsıntıda dışarıya kaçışların, zamanı ders yapmaksızın geçirmek anlamına geldiğinden hoşumuza bile gitmiş olduğu söylenebilir. Ayrıca çadırda gecelemek de hayatımızda eğlenceli bir sayfa açmıştı. Oysa yıllar sonra Nenehatun’da öğretmenlik yaptığımda bu depremden zihni ve psikolojik anlamda zarar görmüş birkaç öğrenci ile karşılaşacak işin ne ölçüde vahim ve uzun vadeli yıkımları olduğunu bizzat yaşayarak öğrenecektim.
Ana baba koltuğunda, sıcak ve huzurlu bir evde gamsız tasasız geçen öğrencilik yıllarında ders, kitap ve şiir dolu bir dünyada boyumuzdan yüksek idealleri büyüte büyüte yılları yıllara ekliyorduk.
“Taşın sert olduğunu” bilmiyorduk. Suyun insanı boğabileceği” “ateşin yakabileceği” gerçeği ile de henüz hemdem değildik. İyi ki de değildik. Cennetten nişane o günler hâlâ bir yaz güneşi gibi içimizi ısıtmakta. “Geçmiş zaman olur ki hayâli cihân değer” mısraını doğrulamakta.