Anadolu’nun her yerinde olduğu gibi Erzurum’da da bir halk takvimi vardı. Yaşlı ve orta kuşak Erzurumlular bu takvimin hükmünü bilir, günü evvelinden hane halkına ve etraflarına duyururlardı. Bu suretle yakın çevrelerinden hâlin icabına göre davranmalarını, tedbirli olmalarını isterlerdi. “Kırk ikindilere giriyoruz, zemheriye (22 aralık 31 ocak) iki gün kaldı, üç aylar yaklaştı, berdül’acz (=kocakarı soğukları 26 şubat-4 mart)geliyor, abril beşi fırtınasının (18 nisan) eli kulağında, hıdırellezde (6 mayıs) gece yarısı gülağacının dibine muratlarınızı yazıp koymayı unutmayın, bu sene hıdırellezde Türbe’ye seyire gidelim, erbaini bir atlatsak (21 aralık -31 ocak)”şeklindeki ifadeler bir malumat aktarımı olduğu kadar, gardınızı alın demekti. Tarıma ve hayvancılığa dayanan eski Türk toplumlarında hayatını ve işini bu günlerin icabına göre ayarlamak büyük önem taşırdı.
Ramazan ayının öncüsü de üç aylardı, bu aylara (recep-şaban-ramazan) girildiği bilhassa gençlere ve çocuklara duyurulur, içinde bulunulan zamanın şuuruna varmaları istenirdi. Bazı kimseler yedi yıl boyunca üç ay her gün oruç tutardı. Ayrıca bu aylarda her haftanın pazartesi ve perşembe günlerini oruçlu olarak geçiren çok sayıda insan olurdu. “Ramazanı karşılama” adına gün öncesinden oruca başlayanlar bulunurdu. Ayrıca ramazan bayramının ikinci gününden itibaren başlamak kaydıyla altı günlük şevval orucu tutulabilirdi.
Ramazan bütün bir ülkede coşkuyla karşılanıp uğurlanır. Ama sanki Erzurum’da bu dönem bir başka türlü yaşanır dersem acaba haksız düşmüş olur muyum diye kendi kendime sorup duruyorum.
Evet, ramazan öncesinde Erzurum’u baştan başa büyük bir heyecan sarar. Günler öncesinden evlerde ramazan seferberliği ilan edilir. Evvel emirde “Ramazan pâklığı” adıyla dip bir temizlik başlar. Evin her köşesi, her eşyası su koksun, elden geçsin mülahazasıyla derinlemesine yunup yıkanır, silinip süpürülür. Hane, günlerce kalkıp oturarak kırklanır. Bakırlar kalaylatılır, kalaylıysa şallanır, ahşap zeminler sakız gibi olsunlar diye ovulur. Halı, kilim, keçe silkelenir, silinir veya yıkanır. Terekler, tandır başları, sekiler, merekler kısacası köşe bucak elden geçer.
Bu arada temel ihtiyaçlardaki noksanlıklar giderilir. Bütün bu faaliyetler evin hanımına ve beyine bir hayli külfet getirse de işin zevkli ve manevi bir cephesi vardır. Bu yolla sadece ev değil; bütün bir ruh ve beden yeniden yapılanma, bir çeşit tazelenme, bir arınma dönemi arifesinde olurdu. Bu telaşlar, tatlı telaşlardı. Bu keyifli günlere kavuşmak, yani yeni bir ramazana daha ulaşmış olmak İlahi bir ödül olarak algılanırdı. “Allah, tekrarını nasip etsin” duası dillerden düşmezdi.
Arkasından “ramazan erzakı” adıyla mutfak malzemesi tedarik edilir veya evlerde üretilirdi. Yufkalar açılır, erişteler kesilirdi. Sahur için içli keteler, cevizli keteler, kör çörekler pişirilir, bu nevale uygun yerlerde muhafaza altına alınırdı. Reçeller, turşular, hoşaflar, kaysefeler, şuruplar (bu şurupların meşhur olanlarından biri, salon pestilinin ezilmesi ile elde edilirdi ) hazırlanırdı.
Erzurum’da ramazan sofrasının menüsü belli idi. Ayran aşı, ıspanaklı, pastırmalı yumurtalı kıyma, kadayıf dolması, (kadayıf dolmasının tepside kadayıf (serme kadayıf), güllaç veya başka bir tatlı çeşidiyle yer değiştirdiği de olurdu) demirbaş yemek listesiydi. Bu listenin yanı sıra mevsimine göre başka yemekler de olabilirdi. Sahur yemeği de et, pilav hoşaf veya kete çörek, ekmek tatlısı (yumurtaya bulanarak yağda kızartılan bayat ekmek dilimleri bazen sade bazen de peynirle yenilirdi. Zaman zaman da üzerine şerbet dökülür, iç ceviz ile zenginleştirilerek nefis bir tatlıya dönüştürülürdü) ile çay olabilirdi.
Bu bir ay süresince bir de kadayıf kuyruğu meselesi vardı. İyi kadayıf dolması, henüz yeni dökülmüş taze kadayıftan yapılırdı. O sebepten bilhassa ikindi vakitlerinde kadayıfçılarda uzayıp giden sıralar olurdu.
Ramazanlarda çarşılar, pazarlar şenlenir, hareketlenir ve bereketlenirdi. “İftariyelik” denilen yiyecek tezgâhları, bütün bir şehrin işlek alanlarını kuşatırdı. Bu renkli ve canlı görüntüler, Erzurum’a bir panayır havası katardı.
Ramazan ayında fitre zekât, hayır ve hasenat hususları yoğunluk kazanırdı. Her aile bütçesi ölçüsünde elindekinden vermeye, paylaşmaya açık olurdu Bu sebepten bu günlerin feyzinden bütün bir cemiyet hissedar olur, eli dar olanlar da bir şekilde ramazan feyzinden nasiplenirdi.
İftarda ve sahurda davul çalınması, top atılması adettendi. İftar ve sahur topları Erzurum Kalesi’nden atılırdı. İftara az bir zaman kala bazı babalar, çocuklarını topun atılışını seyretmeye kaleye götürürlerdi. Dışardaki hayatın donma noktasına geldiği, el ve ayak seslerinin çekildiği o kutlu demlerde, o sayılı dakikalarda topun başında beklemek, minarelerden yükselen ezan sesleriyle top seslerinin birbirine karıştığını duymak; bir kalbi ziyafete konmak, bir manevi lezzete gark olmak demekti.
Ramazandan bir gün önce teravih namazları ve hatimler başlardı. Teravih namazları bazı camilerde hatim ile kılınırdı. Mesela Ayaz Paşa caminde hatim ile kılınan bu namazlar; zamanın Erzurum müftüsü rahmetli Sakıp Danışman hocanın imameti ile eda edilirdi. (Rahmetli babam bu camide kırk yıl hatimle teravih kılmıştır.)
Pek çok hanede ramazanda hatim okutulurdu. Bu ayın bir gün öncesinden başlayan bu okumalar; bir yanı ile de sosyal hayatın da bir parçasıydılar. Komşular saat hususunda aralarında anlaşırlardı. Kimde saat kaçta hatim okunacak konusu ortak kararlar sonucunda belirlenirdi. “Mukabele” de denilen bu hatimlerin müdavimi olan hanımlar bir komşudan çıkıp diğerine giderlerdi.Bazı hanımlar günde üç dört hatim dinlerlerdi Bu ibadet; aynı zamanda bir başka haneyi otuz gün boyunca ziyaret etmiş olmayı, yeni yeni yüzlerle karşılaşmayı, eş dost çevresini genişletmeyi de beraberinde getirirdi. Bu dini pratikler, aynı zamanda tanışma, bilişme, kaynaşma, paylaşma vesilesiydi. Bu hatimleri bazen cami imamı veya mahalleden hoca hanım diye bilinen bir hanım okurdu. Katılımcı hanımlar bu tilaveti ya sadece dinlemekle iktifa eder ya da sırasıyla okunan cüzleri şahsi Mushaflarından satır satır takip ederlerdi. Hatim bittiğinde bazen dini, menkıbevi sohbetler açılır, bazen de ilahiler okunurdu. Hatim duaları ramazanın bitmesine bir gün kala yapılırdı. Bu duanın hitamında hane sahipleri hocaya makul bir bedel öderlerdi. Bu bedel, önceden konuşulmaz, fiyat konusu dile getirilmezdi.
Bir çok anne ve baba, iftardan sonra teravihe giderlerdi. Anneler kız çocuklarını, babalar da oğullarını yanlarına katarlardı. Büyüklerin yanında camiye giden çocuklar orada mahalleden arkadaşlarıyla karşılaşır, aralarında gülüp eğlenerek bazen cemaatin huzurunu bozarlardı. Böyle de olsa küçüklerin de bu ibadete katmak, iyi bir uygulamaydı.
İftardan önce bir koşuşturma yaşanır, pide kuyruklarına girip de sıcak pideleri alan ve evin son ihtiyaçlarını temin eden kalabalıklar; koşar adım evlerine varırlardı. İftar sofrası etrafında ezanı beklemek veya tam da bu saatte misafir sıfatıyla bir hanenin kapısından içeri girmek makbul sayılırdı.
İftar vakitlerinde sokaklar ve caddeler bomboş olurdu. Bu itibarla bütün kahve ve lokantaların kapalı olduğu bu şehirde ramazan; güçlü bir şekilde varlığını hissettirir, dini, manevi, sosyal ve felsefi boyutlarıyla somut bir veçhe kazanırdı.
Bütün bir şehrin aynı anda duaya durduğunu, ezanı ve topu beklediğini bilmek anlamlıydı. “Yiyebilirsin” ruhsatını alan binlerce elin aynı anda suya, ekmeğe, zeytine uzandığını idrak etmek önemliydi. Aynı yaşama pratikleri etrafında hâlleşmenin, aynı zihni, ruhi ve bedeni terbiyenin içinden geçmenin, aynı dini ve insani değerler etrafında şekillenmenin bir ve bütün olma, millet olmaadına değeri büyüktü. Bu ortak paydaların “millet olma”şuuru oluşturup pekiştirmekteki payı büyüktü.
İlk defa oruç tutan çocuklar, fevkalade rağbet görürlerdi. Bu ilk oruç haberi, eşe dosta konu komşuya bir şekilde ulaşırdı. Yakınlar, bu çocuğu ödüllendirmek adına çikolata, tatlı, şekerleme, kuru yemiş, yaş yemiş, horoz şekeri, oyuncak gibi hediyeler getirirlerdi. Akşama doğru işten evlerine dönen mahallenin erkek üyeleri bu minik oruçluyu sırtlarında gezdirir, güzel sözlerle hoşlar, iftariye adıyla da sevebileceği bir yiyeceği ihtiva eden küçük paketleri verirlerdi. Yine iftariyelik adıyla ilgili çocuğun hanesine komşu ve yakınlarca yemek veya tatlı gönderilirdi. Bu yolla ilk oruç, toplum nezdinde kutlanmış, oruçlu ziyadesiyle itibar görüp takdir edildiğinden onurlandırılmış olurdu. İftar vakti, oruçlu çocuğun eline bir pide dilimi tutuşturulurdu. Hane halkı bu dilimden birer parça kopararak yerdi. Bu ekmekten bir lokma olsun tatmak önemsenirdi. Bu geleneğin küçüklere orucu sevdirmek ve onları bu ibadete alıştırmak babında pedagojik bir veçhe taşıdığı söylenebilir.
“Erzurum ramazanları” bahsinde her ne yazılırsa yazılsın, yaşanılana ve hissedilene nispetle zayıf kalır. Bu ruhani iklim, bizzat solunmadıkça anlaşılamaz. Bu farklı bir boyuta taşınma serüveni, dünyayı başka bir zaviyeden algılama süreci bizzat nefiste tecrübe edilmedikçe kavranamaz.
Dirlik ve birlik içinde nice ramazanlara ulaşmak temennisiyle…
Belkıs Altuniş Gürsoy