Birkaç yıl önce Çetin Altan yazmıştı. Milli Şairimiz merhum Mehmed Akif’in büyük oğlu Emin, son derece çileli ve sıkıntılı bir hayat yaşamış. Öyle ki çok ihtiyaç duyduğu basit bir ilacı bile satın alamayacak kadar yoksulluk içindeymiş. Resmi belgelerden öğreniyoruz ki, Emin; askerlik görevini yaparken, koğuş arkadaşlarına Kur’an-ı Kerim okuyup, tefsir yaptığı için birkaç yıl da hapis yatmış! içerisinde bulunduğu durumu en yakınlarına bile duyurmaktan ar eden Emin, günün birinde Beşiktaş’taki bir çöp bidonunun yanında ölü olarak bulunuyor.
Uzmanların bildirdiklerine göre, Akif’in o büyük eseri Safahat, Türkiye’de Kur’an-ı Kerim’den sonra, en fazla basılan ve de satılan bir eserdir…
Emin ise, hem Allah dostu büyük şairin oğlu, hem de O’nun yasal varisi…
Şayet O tenezzül etmiş olsaydı, sırf Safahat’ın gelirinden dahi milyonları cebine indirip, lüks içinde yaşardı.
Ama yapmamış…
Akif’i bütün bir ulusun şairi, Safahat’ı da o ulusa ait bir ortak payda olarak görmüş.
Aksi olsaydı, hiç aç biilaç kalır mıydı?
Düşünün ki…
O günlerin solcu ve Marksist yazarı olarak bilinen Çetin Altan’a gidip, “Sizin kim olduğunuzu bile bile geldim, başkasına gidemezdim. Şu ilacı almak için şu miktarda paraya ihtiyacım var” diyor.
Çetin Altan bu vakayı, “Günün birinde Akif’in oğlu Emin bana geldi, çaresizdi. Sağcılar sahip çıkmamıştı, ben O’na para yardımı yaptım” gibi, basit bir tespit için yazmamıştı.
O günlerde telif yasası görüşülüyordu ve bu ülkede nice büyük insanların, adam gibi bir yasa olmadığı için, eserlerinin maddi karşılığını alamadığına dikkati çekiyordu. Örnek olarak da Akif’in eseri Safahat’ın çok büyük paralar kazandırdığını ancak şairin oğlunun nasıl bir yoksulluk içinde yaşadığını gösteriyordu.
Bu kadar olmasa bile, yakın derecedeki bir hayat öyküsüne de Erzurum tanık oldu… Kahramanımızın adı, Feyyaz İbrahimhakkıoğlu……
Yani, eseri yüz binlerce satmış olan İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunu…
Feyyaz ağabeyi önceki gün Hakk’a yürüdü, yaşadığı gibi sessiz sedasız; hem de mübarek ramazanda…
O hayatı boyunca (nice sıkıntılara dûçar kalmasına rağmen) tek bir gün bile, “Ben İbrahim Hakkı’nın torunuyum” diyerek; bu ayrıcalığını, makama veya paraya tahvil etmeye kalkmadı.
Oysa İbrahim Hakkı’yla yakından uzaktan alâkası olmayanlar, işi kitabına uydurup Marifetname’nin sırtından kucak dolusu para kazanıyordu.
Tıpkı Akif’in oğlu Emin gibi, İbrahim Hakkı’nın torunu olarak da Feyyaz ağabeyi, dünya malına ve şöhrete pul kadar kıymet vermedi.
Ticaret yaptı, zarar etti…
Siyaset yaptı, aldatıldı…
Ama hayatı boyunca hiçbir dostuna, arkadaşına ve kimseye kazık atmadı; kimse O’ndan yana zarara uğramadı.
Emin kadar yoksulluk içinde değildi belki, fakat dört başı mamur da olamadı hiç…
Kâmil bir insandı…
Vefakârdı, dostlarına karşı yârendi…
Dalkavukluğu, eyyamcılığı bilmezdi. Tam da Akif’in dediği gibi, gelenin keyfi için, geçmişine sövmezdi.
Nazikti, usûl ve erkân bilirdi; lâkin lafını da esirgemezdi…
Din simsarlarına karşı alenen meydan okur, en ağababalarının bile yamuğunu çekinmeden söyleyebilecek kadar hesapsızdı, cesurdu.
Doğrusu rind meşrepli bir adam, görüntüsü de verirdi; ama asla umarsız, gamsız biri de değildi.
Marifetname’yi O’ndan dinlemek başka bir lezzet verirdi insana…
O’nun sohbetlerinden öğrendik tasavvuf ehlinin nasıl olması gerektiğini.
Sohbetleri de hep dergâh adabı sınırları içindeydi.
Mevlana’dan Fuzuli’ye kadar, öyle renkli, öyle çok sesli bir edebiyat divanına sahipti ki, sizi geçmiş iklimlerin solmaz vadilerinde gezdirirdi.
Neylersin ki, her fani gibi Feyyaz ağabeyi de, günü geldiğinde veda edip, çekip gitti…
O’ndan geriye, adı gibi feyz veren her dem taze anılar kaldı.
Kaç zamandır o illet hastalıkla mücadele etmekteydi; hoş kendisi belli etmezdi ama o sinsi kurdun içten içe O’nu nasıl kemirip durduğunu görürdük.
Nihayet çileli bünyesi, bu ağır yüke daha fazla dayanak olamadı.
Mübarek bir günde, tam da istediği gibi dostlarının omuzlarında ebedi istirahatgâhına gitti.
Mevla rahmet eylesin…
Mehmet ŞENER
Bir yanıt yazın