“Eğri oturup, doğru konuşmak lazım” denilmesine denir de biz en iyisi mi doğru oturup doğru konuşalım…
Belki bir kasıt veya yerel yönetimlerin sistematik bir politikası yoktu. Ancak kabul edelim ki, özellikle 90’lı yıllardan sonra, Mahallebaşı adeta “üvey evlat” muamelesi gördü hep… şehir, Batı cihetine kaydıkça, Mahallebaşı, Gölbaşı, hatta Kongre Caddesi bile, örselendi, tali dereceye atıldı ve sonra da büsbütün gözden çıkarılır gibi oldu.
Oysa, adından da anlaşılacağı üzere Mahallebaşı 20 yıl öncesine kadar Erzurum’un en seçkin, en kıymetli ve en kalabalık merkezlerinden biriydi.
Ve o tarihlerde bu ülkede “Türk-Kürt” ayrımı da olmadığı için, kimse yanıbaşındaki komşusunun etnik kökenini soruşturmazdı.
Aynı Mahallebaşı’nda, büyük mağazalar da vardı, itfaiye teşkilatı da…
Misal; çok iyi lokantalar Mahallebaşı’nda sıralanmıştı. Sıra sıra eczaneler, doktor muayenehaneleri ve de en iyi nalburlar burada olurdu. Ayrıca şehrin bileği kuvvetli, yüreği sağlam yiğitlerinin bir adresi de Mahallebaşı’ydı…
Dediğimiz gibi, hoş kasıtlı bir politikanın ürünü olarak değildi ama neticede Mahallebaşı, bu boşvermişlik yüzünden, itilip kakıldı. Sonunda da, sanki sadece Kürtlerin yaşadığı bir semt haline geldi.
Devletin de yanlışı oldu, yerel yönetimlerin de…
Tevil etmeye lüzum yok; öyle zaman geldi ki bu şehirde bölücü PKK’ya kızan ve bu uğurda telin mitingi düzenleyen şehir halkı, bilinçli olmasa bile, öfkesini kusmak için, yönünü Mahallebaşı’na çevirdi.
Ne kadar yanlış ve tehlikeli bir gidişattı…
Bereket, her defasında sağduyu hakim olmuştu ve her seferinde öfkeli kalabalığın gazı, Mahallebaşı’na varmadan alınmıştı.
Bunda, merhum Naim Hoca’nın da olumlu katkısı olmuştu, 90’lı yıllardaki Kolordu Komutanı’nın da…
Geçmişi suçlamak veya günah keçisi aramak muradında değiliz; sadece bir durum tespiti yapmaya çalışıyoruz.
Mahallebaşı bugün, bırakın kamu kurumlarını, orada yaşayan bir vatandaşın elektrik su parası yatırabileceği küçük bir vezneden dahi mahrumdur.
Deyim yerindeyse Mahallebaşı, “öteki yaka”, ya da daha keskin bir ifadeyle “kurtarılmış bölge” gibidir.
Şimdi başta Vali Sebahattin Öztürk olmak üzere, sorumluluk mevkiinde bulunan herkes, daha duyarlı, daha samimi ve daha işlevsel bir tavır almaya başladılar.
Sevindirici taraf şu ki, bu uğurda son derece somut adımlar atıldı bile…
Vali Sebahattin Öztürk’ün cesurca çıkışıyla, Gölbaşı’ndaki Kazımkarabekir Belediyesi’ne ait hizmet binası, yeni kurulan Yakutiye Kaymakamlığı’na tahsis edildi.
Böylelikle, birkaç semti birden kuşatacak olan önemli bir “açılım” yapılmış oldu.
Yani devlet, Mahallebaşı ve interlandına artık kurumlarıyla gitmeye başladı.
Bu müspet çıkışı, başka kurumların ve özel sektörün de izlemesiyle birlikte, uzun yıllardan buyana ağır bir ihmalin kurbanı olan Mahallebaşı’na, Gölbaşı’na ve o civarın tamamına kucak açılmış olacaktır.
Böylelikle, şimdiye kadar gayet haklı olarak, “Şehir bizi niye dışlıyor, bizi PKK ile aynı kefeye koyuyorlar” biçiminde serzenişte bulunan dostlarımızın yüreği ferahlayacak ve bazı kesimlerin istismar silahı elinden alınmış olacaktır.
Evet…
Erzurum’da Türk-Kürt düşmanlığı yoktur, Erzurum’da kimse ne alış-veriş yaparken, ne de yeni bir eve taşınırken “Komşum Türk mü, Kürt mü?” diye sorgulamıyor. Ama ne acıdır ki, doğal şartlar sonucu da olsa ortaya çıkan bu manzara, yıllardan beri Mahallebaşı’nda yaşayan halkımızı üzdü, kırdı ve kendilerinin dışlanmış oldukları duygusunu doğurdu.
Bugün Vali Öztürk’ün attığı böylesi adımların hızla çeşitlenmesi halinde, tıpkı eskiden olduğu gibi bir zamanların o renkli ve hareketli Mahallebaşı’sına kavuşmuş oluruz.
Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Küçükler’in yerinde olsam, sıcağı sıcağına ben de belediyeye ait bir birimi Mahallebaşı’na taşır ve atılan bu adıma destek veririm.
Şahsen, Küçükler’in de farklı bir düşüncede olduğunu zannetmiyorum…
Sadece Erzurum’da olmadı; vaktiyle ülke genelinde öyle vahim hatalar yapıldı ki, sonunda aynı şehirde, aynı kasabada yaşayan insanlar, kamplara bölündü, kendi kampüslerine hapis oldular.
Halbuki eskiden böyle değildi: Aynı sokakta subay da otururdu, imam da, tapu müdürü de o sokağın sakiniydi, tüccar da…
Sonra insanlar birbirinden koparıldı, ayrıştırıldı…
Nihayetinde de, aynı şehirde yaşayan insanlar birbirlerine yabancı oldular. O berikinin “krallık alanı”na giremedi, diğeri de öbürünün lojmanının önünden geçerken, nöbetçi düdüğüyle uzaklaştırıldı oradan…
Sanki herkes birbirine küstü ve sanki bu kampüsler birer işgal kuvvetleri karargahları gibi oldu……
Bu garabetten en çok da, Gölbaşı, Dağmahallesi, Şehitler, Gaziler, Telsizler, Sanayi, Mahallebaşı ve daha nice semtler paylarına düşen “ceza”yı aldılar.
Gelişip büyüyelim derken, farkına varamadan o güzelim Erzurum’u, ötekiler ve bizlerin birbirine çatık kaşlarla baktığı bir şehir haline getirdik.
Neyse ki, hatadan dönmek de büyük bir erdemdir ve devlet adına da fazilettir…
Erzurum şimdi geç kalmakla birlikte, vahim bir yanlışı tashih etmek üzeredir.
Açılım, illa da PKK militanlarının dağdan indirilip, salıverilmesi ile olmaz… Açılım bu biçimdeki hamlelerle de vücut bulabilir.
Yeter ki, samimi olunsun ve yeter ki söylem kuvveden fiile geçsin…
Bir yanıt yazın