Güneş, ezelden ebede doğru hiç şaşmayan bir nizamla hem doğup batacağı yönü bilir hem de zamanın ve mevsimlerin hakkını verirdi.. O, ilk ışıklarını yeryüzüne salıp da, ılık nefesi ile dünyayı dolaşmaya başladığında varlık taze ruh bulurdu. Mahlûkât sıra sıra uyanır, sesler azar azar çoğalır, telaş ufak ufak başlardı.
Her can, ömür sermayesinden bir gün daha avans almanın coşkusuyla günün ipine sarılır, yeni seyirlerin mecrasında bir dem daha pişerdi. Bazıları yalın kılıç mücadeleden mücadeleye atılırken, bazıları rehavet içinde ömür sürmeyi yeğlerdi.
Felek kimine güler, kimine küser arkasını dönerdi.
Bol evler vardı, var evler.. Dar evler vardı, yok evler..
Dirlikli düzenli, şanslı hayatlar, vardı. Aşı taşanlar, devleti uyananlar, muradına erenler, kapıları her ittiğinde ardına kadar açılan hayatlar vardı.
Keramet bende, ne umdumsa buldum, ne dedimse yaptım deyip şımaranlar vardı. Ama böyleleri azınlıkta idi. Ciddi hiç bir derdi olmayanlar da, dertsizlik derdine uğramakta, yoktan tasa üretmekte, suni sancı çekmekte mahir olurlardı.
Dünya sahnesinde her adımda bir engele takılanlar, işin içinden çıkamayanlar, düz ovada şaşıranlar. hüsrandan hüsrana düşenler vardı.
Bahtım bir türlü uyanmadı, kısmetim ne yapsam doğrulmadı diye göz yaşı döken na-muratlar vardı
Yarım hayatlar, kırık hayatlar, öksüz hayatlar, köksüz hayatlar, boz bulanık hayatlar, yaşanmamış ömürler, kaybedilmiş gençlikler, tadılmamış zaferler, kanılmamış hevesler vardı.
Umutların eşiğinde, arzuların eteğinde çocuklar gençler vardı.
Hasatların sökümünde, menzillerin bitiminde, hesapların yitiminde beli bükük ihtiyarlar..Yolun sonu göründü diyerek pencere kenarında gözünü yola kaptıranlar, yalnızlığa bulananlar, hatıralarla avunanlar vardı.
Her baş, yalın kaldığında fikrin sağanağına uğrardı. Taşı kumu çakılı da beraberinde getiren selli yağmur gibiydi zihinler. Düşünceler çetelesi tutulmadan, süzgeçten geçirilmeden dizginsiz boşalırdı. .. Ömrün muhasebesi çıkarılır, yarınlar bugünler harmanlanır, gün görmemiş cetveller, el değmemiş pusulalar, elden dilden gizlenmiş faturalar gün yüzüne çıkardı. İşitilmedik ahlar, yakası paçası açılmadık firaklar orada su yüzüne vururdu. Her ne kadar gayrılarla oturup kalkarken kapılara kilit vurulsa da..
Hayatların aynadaki akisleri başka başkaydı. Ama her akisten bazen sadece içten içe kaynayan, bazen de dışa vuran bir şikayet huzmesi yere göğe dökülürdü. Yürekten fışkıran ahların dumanları yukarı yükselebilseydi, gökyüzü görünmez olurdu. Okyanuslara karışsaydı suları kuruturdu.
Herkesin derdi tasası başkaydı. Şikâyeti, serzenişi de.
Bu seyrüseferde sık sık hayat tıkanır, yollar tıkanır, ışıklar hepten kararırdı. Önümüzde dağ gibi yükselen badireler, çözülmez bir yumak gibi dolaşık hadiseler dururdu. Fikrin çare aramanın binbir kıyısını yokladığı halde işin içinden çıkamadığı, daralıp bunaldığı, nefessiz kaldığı çok zamanlar olurdu. Dayanaksız ve tutanaksız kalındığı nice zamanlar. ..
Kişi şikâyete başlardı. Bu aynı zamanda bir avunma, bir savunma mekanizması, bir ferahlama, bir içini boşaltma hamlesiydi de.. Her ne kadar şikâyet hali makbul bir hal, tavsiyeye şayan bir durum değilse de, ölçüyü kaçırmamak kaydıyla beşerî bir ihitiyaçtı da. İçte biriken tortuları ayıklamak, sıkıntıların ağırlığından bir nebze de olsa kurtulmaktı.
Böyle bir durumda bazıları can gövdeme yük oldu diye feryad edip dururken, bazıları kendi nefsinde sızlanıp dururdu. Sızlanmanın haklısı haksızı, büyüğü küçüğü, azı çoğu vardı. Devrandan şikâyet, talihten şikâyet. Yardan, yarandan evladüiyalden, patrondan, amirden, arkadaştan, komşudan, şikâyet..Ağrılardan sızılardan, hastalıklardan, yaşlılıktan şikâyet etraftan, gürültüden şikâyet.. Trafikten, işsizlikten, pahallılıkatan, yoksulluktan şikâyet.. Çarşıdan, pazardan, soğuktan sıcaktan şikâyet, evin kralı çocuklardan, bir türlü hizaya girmeyen yeni yetmelerden, herkesi idare etmeye kalkan zamane ihtiyarlarından şikâyet. Ve de yakınlarımıza el atan, bizi can evimizden vuran ölümden şikâyet.. Mersiye edebiyatlarının bu kadar zengin oluşu, ağıtların bu kadar yürek paralayıcı oluşu boşuna değildi.
Kahırların, mahrumiyetlerin ömür yolculuğunda ciddi bir mektep olduğu, hamları olgunlaştırdığı, çiyleri pişirdiği, sınır tanımazları kıvama soktuğu gerçeği insanlık tarihi kadar eskiydi. Elemler; kemale ermenin, hayatı özünden kavramanın önemli bir basamak noktasıydı. İnsanı arındırdığı, yücelttiği oldum olası bilinirdi. Çilenin öğretici bir yanı vardı. Yokuşlarda susamak, girdaplarda boğulmak her ne kadar hiç bir kimse için temenni edilmese de, bu güzergahın başat yapıcılarından olduğu su götürmezdi.
İnsanın gücü belli bir noktaya kadardı. İnsan âcizdi. Aczini bilmek, aczinin şuuruna ermek de bir erdemdi. Hem de bir çıkış noktası.. Bir ferahlama durağı.. Hadiseler bizi aştığında “bu iş benden çıktı” diyerek rıza ve tevekkülün çatısı altına sığınmak gerekti. Bu teselliye ram olmak, bu kanuna baş kesmek önemliydi.
Hayatımızda değiştirebileceğimiz, düzeltebileceğimiz olumsuzluklar için mücadele etmek, gayret ve sebat içinde olmak insan olmanın bir şartı idi. Ama değiştiremediğimiz, dönüştüremediğimiz menfi durumlarda olana rıza göstermekten başka da çıkar yol yoktu.
Şartları değiştiremediğimizde kendimizi değiştirmek, hadiselere farklı gözlüklerle yaklaşmayı denemek, olup bitenleri derin manaları ile okumak, biraz da bilgece duruşlar yakalamak icap ederdi.
Dünyada her zehirin bir panzehiri bulunurdu. İnsanın panzehiri de kendi tabiatında saklıydı. Her faninin içinde keşfedilmemiş nice potansiyel güçler vardı, nice kullanılmayan enerjiler..
Hayatın bütün zorlamalarına, yaşanan bütün bozgunlara rağmen yine de herkesin gönlünde bir yaşama sevinci, bir ümit ateşi yanardı. İnsan; herşeye rağmen göğün güzelliğine, ağaçların yeşilliğine, kuşların ötüşüne, baharın dört nala gelişine bakıp şükredebilirdi. Bir bardak suyun lezzetine varıp mutlu olabilirdi.
Yaşamak güzel şeydi. Hayatsa kutlu bir armağan! Bunu farkedip her anın kıymetini bilerek yaşamalı, sahip olduklarımız için, elde tuttuklarımız için gülüp sevinmeyi öğrenmeliydi.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Bir yanıt yazın