İnsanoğlunun zihnî melekelerinin sınırı nereye kadardır? Akıl etme, yaratıcı düşünme ve fikir üretme basamaklarımızın en uç noktalarına nasıl ulaşılabilir? İnsan, kendi ufuk çizgisini yakalayıp, onun da ötesine geçebilir mi? Kendi kutuplarını keşfedip, yeni topraklarına ayak basabilir mi? Her insan kendi tepe noktasını yakalayabilir mi? Hayal, fikir ve his; kanatsız bir kuş gibi derinliği ölçülemeyen enginlerde keyfince uçabilmeye, sınırları aşmaya, açıldıkça açılmaya muktedir midir?
İçimizdeki potansiyel güçlerin, saklı enerjilerin kendilerini esirgemeksizin açığa çıkmaları nasıl mümkün olabilir? Ruh iklimimizin balta girilmemiş ormanlarının bir projektör ışığıyla aydınlatılması kabil midir? Yoksa uyuyan devi uyandırmamak daha mı evladır? Mevcut kuvvetlerin ihtiyacımız olduğu kadarını alıp kullanmak, fazlasını kurcalamamak daha mı tercihe şayandır? İşletemediğimiz melekelerimizi keşfedilmemiş madenler gibi, yedek kuvvetler gibi, bankadaki nakit hesabı gibi kendi hâline bırakmak daha mı insanidir? Her birimiz başımız sıkıştığında, darda kaldığımızda ne ölçüde gayret, dayanıklılık, irade ve tahammülle donandığımızı görerek hayrete düşmüşüzdür. Ferdî, millî ve beşerî plandaki olağanüstü hâller, nice mucizevi işlere de imza atılan hâller değil midir?
Çeşitli vesilelerle bu tip sorular hepimizin sık sık önüne düşmekte, yoluna çıkmaktadır.
19. Yüzyılın büyük Rus romancısı olan ve edebiyat dünyasında da bir kilometer taşı hükmünde bulunan Dostoyevski, kahramanlarından hareketle ruhî hayatı bütün iniş ve çıkışlarıyla, metcezir durumlarıyla ortaya koyar. Orada insan kardeşlerimiz çözülmez bir yumak gibi görünen karmaşık ruh tezahürleriyle boy gösterirler. Bilhassa marazî kişilikler sebep ve sonuç ilişkileriyle tahlile tabi tutulurlar. Yaralı ve mahrum ruhlar, iç çatışmaları, bunalımlar, cinnetle akıl çizgisi arasında gidip gelmeler, beşerî acılar ve ıstıraplar, el değmemiş türlü insanlık hâlleri tarafsız bir gözlemin ışığıyla âlem halklarının önünde arzıendam ederler. Freud, “Psikanaliz” denilen metodu geliştirirken, Antik Çağ trajedyalarından ve Dostoyevski’den istifade ettiğini söyler. Dostoyevski, her birimiz için bir kendi içinde mesafe kat etme, bir kişisel gelişim mektebi olabilecek kesafettedir.
Bugün bulunduğumuz nokta, insan aklının icatlar, keşifler ve teknolojik gelişmeler yoluyla imkânsız görünenleri imkân dahiline sokabileceğini, olmazları belli bir ölçüde oldurabileceğini göstermiştir. İcat ve keşiflere kapı aralamak, yeni oluşumlara ilham vermek hususunda da tabiat bizlere sunduğu zengin tasarımlarıyla eşsiz bir laboratuvar, hayretten hayrata düşüren ihtişamlı bir rehber hükmündedir.
İnsanın, muhakeme, muhayyile, tasavvur, muhasebe, mükâleme, hafıza gibi çeşitli zihni fonksiyonları vardır. Her birimizin çapı, ilgi alanı, yetenekleri farklı olduğu gibi zekâ çeşitleri de farklıdır. Birileri için çok cazip gelen yönelimlere ve hobilere bir diğeri tamamen kayıtsız kalabilir. Böyle bir çeşitliliğin medeniyetlerin inkişafına sebep olduğu söylenebilir. Zira, her bireyin farklı alanlarda varlık göstererek büyük resmin oluşmasına zemin hazırladığı, puzzle’ı tamamladığı, insanlık âlemine çok yönlü ve çok çeşitli katkılar sağladığı gerçeği ortadadır.
Belli bir sahada uzmanlaşmanın bazı durumlarda insanı o sahanın sahibi, otoritesi fakat diğer alanların kör ve cahili yapmakta olduğu hayat planında görülebilir. Ayrıca belli bir alanda uzun soluklu kesif çalışma yapanlar çoğu zaman diğer hayat kayıtlarının ırağında kalmakta, ilgi alanlarının dışında kalan dünyaların yabancısı olmakta, hadisatın dışına düşmektedirler. Kısacası yaşamayı kaçırmaktadırlar. Terazinin bir kefesini ağırlıkla dolduranlar, bazen öbür kefeyi boş bıraktığından dengeler altüst olmaktadır. Her ne kadar olabildiğince her rolün hakkını verebilme matlup edilse de, çoğu yerde bir bedel ödemeden belli bir kazanımı elde etmek, ciddi bir başarıyı göğüslemek mümkün görünmemektedir.
Zira “deha” dediğimiz şey eskilerin deyimiyle “sabr-ı medîttir (=uzun sabırdır). Dehanın anahtarı; aynı konu da sabit kadem olmak, bütün dikkat ve mesaisini bir noktaya odaklamak, bir başka deyişle tek bir noktada yoğunlaşmaktır. Bu uğurda da özel hayatı ve bütün diğer yaşama tezahürlerini askıya almak keyfiyeti ortaya çıkar. Yoksa hiç bir dahinin buluşu, keşfi, avucuna inmemiş, kucağına düşmemiştir. Büyük başarıları kolayına yakalayanlar nadiren çıksa da bu vadinin rüknü uzun ince bir yola çıkmak, sabır ve dikkatle bir işte kaybolmaktır. Bu bir anlamda çileye soyunmaktır, dünyayı paranteze almaktır. Ama böylesine ağır bedeller ödeyen yürekliler çıkmasaydı; ne sanat, ne de ilim bugünkü noktaya gelemezdi.
Zaten ortalama bir işte de kendini bütünüyle o işe veremeyen, dikkatini, zamanını belli bir alanda yoğunlaştıramayan beklenen verimlilik ve olgunlukta iş üretemez. Maymun iştahlılar, daldan dala konanlar, belli bir alanda dikiş tutturamıyanların bazen çok zeki ve kabiliyetli oldukları halde bu bağlamda kayda değer bir kıymet ortaya koyamadıklarını her birimiz gözlemlerimize dayanarak biliriz. Yine bazılarımızın teferruata dalarak, ayrıntılarda boğularak esası göremediği büyük resmi kaçırdığı sık sık dikkatimize çarpar. Bazen büyük resmi tamamlamak adına küçük resimlerin arada kaybolduğu, ezilip un ufak olduğu durumlar da söz konusu olabilir.
“Küçük düşünmek” dediğimiz kavram; dar bir çerçevede, sığ bir vadide genellikle de mikro hesaplar ve menfaat endişesi içinde olmak olarak düşünülebilir. “Bireyselleşme” adı altında Modern ve Post-Modern anlayışların dayattığı bakış açıları; insanı sadece kendi çevresinde dönmeye zorladığından sınırları daraltmış, çapı kısaltmıştır. Bu anlayışta dikkat, kaygı ve endişeler, merak ve üzüntüler sadece kişinin kendisiyle sınırlıdır. Bu alanın dışındaki koca evren, ancak bize olan nispeti, bize değme noktaları itibarıyla bir anlam ve değer taşır.Bize dokunmadığı, bir ucundan olsun bize bulaşmadığı takdirde haricî âlem ve başkaları, uzayın sonsuz boşluğunda seyreden galaksilerle eş mesabededir. Küçük düşünenin çoğulcu bakış açıları geliştirmesi, empati kurabilmesi, büyük üretmesi zordur.
Çocukluğun ilk yıllarından itibaren fertlere, bilme ve anlama merakını, araştırmayı, yorumlamayı, sorgulamayı, alışılmış kalıpların dışına çıkabilmeyi, yapıcı ve üretken olmayı, farklı pencerelerden, değişik açışlardan bakabilmeyi ve parçayı bütünün içinde görmeyi öğretmelidir. Mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki ahenkli bütünlüğü fark edip bir alış veriş içine girmeyi, anlam köprüleri kurabilmeyi sağlamalıdır. Böylesi bir eğitim sadece bir büyük düşünme vasıtası değil, bir mutluluk yakalama yoludur da.. Kendi varlığının dar hendesesini aşmadıkça kişi ne gerçek anlamda gelişebilir, ne de büyük düşünebilir. Yine insanın dış âlemle iyi iletişim kurabilmesi, sağlıklı ilişkiler geliştirebilmesi,”kendi beni” ile barışık olması da büyük düşünmesi ile ilgilidir.,
“Büyük düşünmek” insanın önce kendi varlık kitabını, sonra da dış dünyayı doğru okumaya çalışması ile ilintilidir. Kısaca bilgelerin bilinmeyen zamanlardan beri dile getirdikleri “kendini bil!” cümlesi buraya kadar anlattıklarımızın bir özeti, aslı, esası hükmündedir.
Bir yanıt yazın