Türkiye Yazarlar Birliği, T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Yunus Emre Kültür Merkezi, Uluslararası Saraybosna Üniversitesi ve Saraybosna Koordinatörlüğü tarafından 14-15 Aralık 2012 tarihleri arasında Saraybosna’da “Balkan Savaşlarının 100. Yılında Büyük Göç ve Muhaceret Edebiyatı” konulu bir sempozyum düzenlendi. Bu sempozyum vesilesiyle gittiğimiz bu güzel Balkan şehri bizi aşina bir dost sıcaklığı ile karşıladı. Bu ilk buluşma; uzun yılların kahırlı hasretinden sonra bir can dostuna kavuşma kabilindendi.
Hava soğuk, yerler karlı ve buzluydu. Fakat beş yüz yıldan fazla bir zaman dilimi vatan toprağı olmuş bu diyarlarda gözümüzün her adımda iliştiği ecdat yadigârı eserlerle yüreğimizin ısındığını, gözlerimizin sık sık yaşla dolduğunu söylemeden geçmeyelim. Osmanlı; bu topraklarda aldığımız her nefeste “ her ne kadar gelip geçtimse de maddi ve manevi mirasımla yaşıyorum” demekteydi.
Fatih, 1463’te bu bölgeyi fethetmiş; ve bir “Ahitname” neşretmişti. Bu Ahitname metnine; hediyelik eşya şekline getirilmiş olarak şehirdeki vitrinlerde rastlanmaktaydı. Bir insan hakları beyannamesi hükmünde olan bu ferman metninin orijinalini verelim:
Bosna ruhbanlarına Sultan Mehmed Han’ın verdiği ahidnamenin sureti :
“Ben ki Sultân Mehemmed Hân’ım; cümle avâm ve havassa ma’lûm ola ki, işbu dârendegân-ı fermân-ı hümâyûn Bosna ruhbânlarına mezîd-i inâyetim zuhûra gelüp buyurdum ki mezbûrlara ve kiliselerine kimse mâni’ ve müzahim olmayup, ihtiyâtsız memleketimde duralar. ve kaçup gidenler dahi emn ü emânda olalar.
Gelüp bizim hâssa memleketimizde havfsuz sâkin olup kiliselerine mütemekkin olalar ve yüce hazretimden ve vezîrlerimden ve kullarımdan ve reâyalarımdan ve cemi’-i memleketim halkından kimse mezbûrelere dahl ü ta’arrûz edip incitmeyeler, kendülere ve cânlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hâssa memleketimize âdem gelürler ise yemîn-i mugallaza ederim ki, yeri ve göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve Mushaf hakkıçün ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir ferd muhâlefet etmeye. Mâdâm ki benim emrime mutî’ u münkâd olalar. Şöyle bilesiz.
Tahriren fi 28 şehr-i Mayıs Gurre-i Muharrem-ül haram sene 883. Be yurt-ı kal’a-yı Drac”
Fatih Sultan Mehmet’in bu fermanını bugünün Türkçesiyle biraz da serbest bir ifadeyle şöyle ifade edebiliriz :
Ben Fatih Sultan Han, bütün halk ve ileri gelenler bilsinler ki; Bosna ruhbanlarına inayetimin artması ile buyurdum ki;
Hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar. Ve kaçıp giden insanlar da emin ve rahat olsunlar. Kendi memleketlerine dönüp korkusuz bir şekilde kendi kiliselerine yerleşsinler. Ne padişahları olan zatımdan, ne vezirlerden, ne memurlardan, ne hizmetkârlarımdan, ne de ülkemin vatandaşlarından hiç bir kimse bu insanları incitmeyecek ve onlara zarar vermeyecektir.
Hiç bir kimse bu İnsanların canlarına, hayatlarına, mallarına ve kiliselerine karışıp saldırmayacaktır. Hattâ bu insanlar başka ülkelerden memleketimize birisini getirdiği taktirde o kimse de aynı hakların sahibi olarak yaşayacaktır.
Yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah hakkı için, Yüce Peygamberimiz hakkı için, Kur’an-ı Kerim hakkı için ve yüz yürmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için yemin ediyorum ki; hiçbir kimse bu fermanda yazılanların aksi bir şekilde davranamayacaktır.”
Bu metnin anlamını yerli yerine oturtabilmek için o dönemin ve sonraki asırların Avrupa’sına göz gezdirmek uygun olacaktır. Bu tarihi takip eden asırlar içinde Avrupa’da çok kanlı mezhep savaşları cereyan etmiştir. 14. Louis devri (1643-1715) Fransa’sında koyu bir Katolik olan kral; kendi dininden ve mezhebinden olmayanların Fransa’yı terk etmelerini istemiştir. Yüz binlerce Protestan Fransız, mallarını ve erzaklarını alıp İngiltere, Hollanda, Avusturya, Macaristan gibi ülkelere göç etmişlerdir.
Fatih’in küçük bir kasaba olarak fethettiği Saraybosna; Gazi Hüsrev Bey Cami, Ali Paşa Cami, Ferhadiye Cami, Sebil Çeşmesi, Muvakkithane (saat kulesi) gibi Osmanlı mimarisinin seçkin örnekleriyle bezenerek, zaman içinde büyümüştür. Üç ayrı ırmağın kolları arasında serpilip gelişen ve dağ silsileleriyle çevrelenen bu şehirde bilhassa yamaçlardaki semtler yerli dokusunu muhafaza etmektedir. Başçarşı; otantik eşya satan tek katlı şirin dükkânları, bölgeye has ahşap kapı aksamı ile tipik bir Anadolu çarşısı hükmündedir. Aliya İzzet Begoviç’in mütevazi mezarı ve şehitlik; cesur yürekli kahramanların ölüme meydan okuyarak da olsa her devirde hükümlerini icra edebileceklerine delâlet ederek; Bosnalıların gururu olmaya devam etmektedir.
Saraybosna’ya iki buçuk saatlik bir mesafede bulunan Mostar; kendisini muhafaza etmiş olup, bir açık hava müzesi hüviyetindedir.. Konjic, Jablanice gibi şehirlerden, minareleri ile selam duran köylerden, yeşil renkli ırmak boylarından, vahşi kanyonlardan geçilerek bu şehre ulaşılır. Hersek bölgesinde kalan bu beldeye Akdeniz iklimi hakimdir. Şehrin alâmet-i fârikası olan ve 1566 yılında Neretva nehrinin üzerinde kurulan Mostar köprüsünü, mimar Hayrettin dokuz senede imar etmiştir. Bu köprünün orijinal hali 99 basamak (Allah’ın doksan dokuz ismine istinaden) olup, 456 taştan örülmüştür. Hilal şeklinde tasarlanmış olan köprünün harcında yumurta ve keçi kılı kullanılmıştır. 1993’te Sırplar tarafından uçurulmuş olan bu eser; Türk inşaat firmaları tarafından yeniden yapılmıştır. Vaktiyle evlenmek isteyen delikanlıların bu köprüden atlamaları, derin ve debisi yüksek nehirde yüzerek karaya çıkmayı başarmaları istenirmiş. Ancak bu zorlu imtihanı yüz akıyla geçenler; istedikleri genç kızla evlenmeyi hak ederlermiş. Koski Mehmet Bey Cami, Karagöz Bey Cami, Çerçi Mehmet Bey Cami ve Osmanlı Mahallesi şehrin Osmanlı asırlarından kalmış diğer zenginliklerindendir.
Buna nehri, Mostar’da Blagay kalesinin yer aldığı dik kayalıkların altındaki küçük bir mağaradan sökün eder. Tatlı kıvrımlarla akan ve küçük yükseltilerden dökülen bu ırmak, geçtiği her yerde efsunlu bir güzellik yaratır. Sırtını üzerinde adı geçen kalenin de bulunduğu bu heybetli kayalığa dayamış olan “Alperenler Dergâhı” (Sarı Saltuk Tekkesi) üç katlı, beyaz boyalı küçük bir külliye hükmündedir. Asırlar içinde Nakşi, Rifai, Halveti, Kadiri tarikatlerine hizmet veren bu tekkenin 13. yüzyılda Anadolu’dan gelen Alperenler tarafından kurulduğu bilinir. Restore edilmiş olan bu mekân, kuş uçmaz kervan geçmez bu yerleri yurt tutmuş alperenlerin; fedakârlık, sabır, çile, metanet ve ceht dolu hayatlarına şehadet eder.
Evet; gözlerimizden gönlümüze akan bu topraklardan bir nebze de olsa bahsetmeye çalıştık. Bizim bu yazımızda asıl anlatmak istediğimiz bu sempozyumun konusunun önemine değinmek ve Balkanlarda yaşanan acılardan söz etmekti. Bu büyük trajediyi gündemde tutmanın ve dünya kamuoyuyla paylaşmanın gerekliliği üzerinde durmaktı. Fakat, bir daüssıla heyecanıyla kucaklaştığımız bu diyarlar, bize bu maksadımızı unutturdu.
Yine de burada Rumeli’nde bir vatan kaybetme, soykırımına uğrama, tarihi, kültürel ve ekonomik anlamda yağmalanma olarak ifade edilebilecek yakın tarihimizin bu elim hadisesini bir sempozyum konusu yaparak Bosna’ya taşıyan Türkiye yazarlar Birliği, Yunus Emre Kültür Merkezi ve diğer kuruluşlara teşekkürü bir borç bildiğimizi dile getirmek isteriz. Temennimiz bu kabil faaliyetlerin artarak devam etmesidir.
Bir yanıt yazın