MENÜ ☰
ATA-AÖF’te Sınavsız İkinci Üniversite Ön Kayıtları Devam Ediyor
Büyük Erzurum Sofrası
Erzurum Haber Gazetesi » Yazarlar » BİR MUSİBET; BİN NASİHAT YERİNE GEÇER! (Bir gerçek hikâye)
Belkıs Altuniş Gürsoy
Belkıs Altuniş Gürsoy
Tüm yazıları için tıklayınız.
BİR MUSİBET; BİN NASİHAT YERİNE GEÇER! (Bir gerçek hikâye)


Süheyla hanım ile Sezai bey, bir hastane odasında üçüncü çocuklarını kucaklarına aldıklarında sevinçlerine payan yoktu. Bir anda yakınlar ve eş dostla dolan bu küçük mekânda;  gerçek bir bayram havası yaşanmıştı. Anne, “ klasik isimleri severim, bebeğimin adı Rabia olsun,  hem de büyük annemin adı” dedi.

Fakat iki hafta sonra bu mutluluk kara bulutlarla gölgelendi. Bebeği ince ince muayene eden doktorlar, onun işitme problemli olduğunu söylediler. Genç  anne baba için bu haber bir yıkım oldu. Ailenin büyükleri “nur topu gibi bir evlat sahibi oldunuz. Bu kadar kapıp koyuvermeye gerek yok, çareye tevessül” dediler. Çaresiz çift; ilk şoku atlatır atlatmaz konunun uzmanları ile temasa başladı. Bütün tavsiyelere, yaşanmış tecrübelere kulak verdi. Yetkililer üzerine basa basa “eğitim” demekteydiler. Aile,  eldeki imkânları  harekete geçirerek minik Rabia için adeta bir seferberlik ilan etti. Yavrularının noksanını kapatmak için büyük bir mücadelenin ortasına atladı. Ana baba olmak zor zanaattı. Evlat sevgisi ve sorumluluk duygusu onları fazladan dayanıklı, metanetli ve güçlü kılmıştı. Bu yeni dünya için hekimler, psikologlar, eğitimciler, özel eğitim merkezleri, dernekler devreye girdi. Bu arada anne baba  tıbbî gelişmeleri, dünya ölçeğindeki uygulamaları takibe koyuldu. Bu köprüden geçmiş olanların hatıraları ve maceraları bu uzun ince yolda onlara  rehber oldu. Başka ebeveynler;  kayıt düşmüş, tecrübelerini diğer kazazedelerin  önüne sererek engelli hayatlara işaret taşı döşemiş, ufuk açıcı olmuşlardı. Kaleme alınmış hikâyeler; zorlu yıllar, keskin dönemeçler, umutla umutsuzluk arasında gidip gelmeler ve yorulmaz gayretlerin ifadesiydiler. Bütün bu okumalardan şöyle bir ders çıkıyordu :  Trajedi kahramanları da çetin bir kaderle mücadele ederek  büyür, bu seyrüsefer içinde de kendilerini inşa ederlerdi. İnsanlar acı çektikçe pişer, nefislerine söz geçirebildikleri nispette zaaflarını yenerlerdi. “Yokuşlarda susuz kalma”nın görünen yüzü kahır yüklüydü yüklü olmasına  ama bu dar geçitler; derinden derine yapıcı, kemal buldurucu bir vadiye açılırdı.

Küçük Rabia’nın anne ve babası bu yaman süreçte bazen teselli noktaları yakalayarak yüreklerini soğutma yoluna gittiler. Bazen de koyu bir ıstırap çukuruna düşerek  fersiz ve nefessiz tıkanıp kaldılar. Ama çocuklarına yeni adımlar attırma çabasından hiç mi hiç vaz geçmediler. Anne tökezleyip de düşecek olsa baba, baba tükenip de yıkılacak olsa anne devreye girerek bu amansız savaşta boşluk doldurdu. Bebekleri, günden güne büyüyor,  sessiz bir dünyanın içinden olup biteni anlamaya, aklı ve gözleri ile hayatı kavramaya çalışıyordu. Abla ve ağabey, bu yaralı kardeşe muhabbet, şefkat ve  merhamet duygularıyla yaklaştılar. Onlar da paylarına düşen sorumluluğu yüklenerek, vakitsiz olgunlaştılar.

Yıllar yılları kovaladı. Rabia güzel, şirin bir kız çocuğu olarak serpilip gelişiyordu. İşaret diliyle de konuşuyordu. Fakat bunca ihtimam ve itinaya rağmen çekingen, içine kapanık ve huysuz   bir çocuk olmuştu. Giderek kendisini koyu bir yalnızlığın içine hapsetmekte, sık sık ortaya çıkan ani patlamalarla evin havasını ağırlaştırmaktaydı. Kaynaştırma eğitiminden yararlanarak, normal bir sınıfta eğitim alabilecekken o, işitme engelliler okulunu tercih etti. Bu okulda da hiç arkadaşı yoktu. Kendi konumundaki çocukları hor görüyor, onlarla iletişim kurmayı reddediyordu. Gülüp söyleyebilen  akranları ile karşılaşmaktan ise rahatsızlık duyuyordu. Bu hassasiyetin  üzerine gitmeye kalkmak ise çocuğu geriyor, huzursuz ve mutsuz ediyordu

Ona mesut bir dünya verebilmek için çırpınan yakınlarına  nispet; sık sık öfke nöbetleri geçiren Rabia, hane halkını düşman gibi görüyordu. Sınıf öğretmeni “başka insanlarla iletişim konusunu bir müddet gündemden kaldırarak zamana bırakalım, biraz sabırlı olalım. Isrardan vaz geçelim. Fakat, büsbütün de bu bahsi boş bırakmayalım. Başkalarıyla temasın kaçınılmaz olduğunu, dış dünya ile sağlıklı bağlar kurmanın önemli bulunduğunu   dolaylı yollardan ona anlatmaya çalışalım. Bu arada psikolojik desteğe de âcilen  ihtiyaç var“ dedi.” Aile, söylenenleri harfiyen uygulamaya koyuldu. Süheyla hanım, “ısıramadığın eli öpeceksin, ona anlayış göstermek  mecburiyetindeyiz, başka çaremiz de yok. O kendi içinde durumunu kabullenememek ıstırabını yaşıyor, bize ancak ona sabır ve şefkatle yaklaşmak düşer” mülahazasıyla hareket ederken; bu tavrı ailenin diğer üyelerine de telkin ediyordu. Bu arada kendi içinde de farklı mecralar keşfediyordu.  Sabır ve   tahammül sınırlarını günbegün giderek genişletiyor, derununda giderek açılabilen uçsuz bucaksız mesafeler, yeni yeni boyutlar  olduğunu hayretle fark ediyordu. Dünyayı ve hadiseleri algılama biçimi, insanı yorumlama tarzı değişiyordu. İçi giderek yumuşuyor, sadece çocuklarının değil; cümle mahlukatın, bütün canlı ve cansız varlıkların  annesiymişçesine sevgi ve müsamaha halkasını büyütüyordu.  Sezai bey, ise üçüncü çocuğunun getirdiği maddi ve manevi yükü taşımakta zorlanıyor, evin dışında geçirdiği saatlerin sayısını giderek artırıyordu. Belki de çeşitli bahaneler icat ederek yuvadan kaçmakla bu sıkıntılı atmosferin uzağına düşerek kendisini avutma yoluna gidiyordu.

Mütevazı aile bütçesinin aslan payı Rabia’nındı. Anne baba onu sevindirmek adına şık kıyafetler, pahalı pabuçlar, alır, hafta sonu ve yaz tatili programları dahil hayat nizamlarını ona ve onun tercihlerine  göre şekillendirmeye çalışırdı. Diğer iki çocuk  için bu durum artık “eşyanın tabiatı” hükmünü almıştı. Hayat, sanki  Rabia etrafında dönüyordu. Abla ve ağabey; bu baskın konum karşısında her şeye rağmen var olmaya, kendilerine yer açmaya çabalıyorlardı.

Rabia, kardeşleri gibi, diğer insanlar gibi olamamanın, işitip konuşamamanın acısıyla kahroluyordu.  Durumunu tesellisiz olarak algılıyor, kendisine imkân alanları yaratmak için çırpınan  aile fertlerini her durumda haksız,  kendisine karşı suçlu ve borçlu görüyordu. Böylesine eksikli olmak nefsine yapılmış büyük bir haksızlıktı. Bu itibarla ne yaparsa yapsın her daim   haklıydı. Bir gün yine yemeği beğenmemiş, yemek masasını devirmişti.

Süheyla hanım, istenmeyen bir kaza vuku bulmuşçasına büyük bir hazımla kırılmış tabak ve bardaklarla, ortalığa saçılan yemekleri toplamaya çalışıyordu ki;  Sezai beyin aniden fenalaştığını ve oturduğu sandalyeden yere yuvarlandığını gördü. Derhal çağrılan bir ambulansla hastaneye kaldırılan evin babası felç geçiriyordu. Uzun bir müddet hastanede kalması,  ciddi ve uzun  bir tedavi alması  gerekiyordu.  Bu durum dikkatlerin Rabia’dan kaymasına, Sezai beyin hane halkı için yeni bir odak noktası  hükmünü almasına sebep oldu. Aylarca süren bir hastane devresinden sonra hasta, nihayet yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Eve döndüğünde ise kendisini bir sürpriz bekliyordu. Başka acı bir realite ile yüz yüze gelen babasını kaybetme korkusu yaşayan Rabia’nın ruh dünyasında fırtınalar esmişti. Yoğun hesaplaşmaların arkasından  bir durulma yaşamıştı. Bu dönem içinde önce kendisi ile sonra da hane halkı ve dış dünyayla barışmış; munis bir evlat olmuştu. Artık babasının yüzüne sevgi ve minnetle bakıyor, gözleriyle sanki af diliyordu. Süheyla hanım; “büyük bir badire atlattık ama bir musibet bin nasihatten evladır diyenler doğru söylemişler, onca çaba cevapsız kalırken başımıza gelen bu yaman hadise   Rabia’yı değiştirmeye yetti” diye mırıldandı.

📆 24 Ağustos 2013 Cumartesi 14:20   ·   💬 0 yorum   ·   ⎙ Yazdır

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ERZURUM'DA HAVA

ERZURUM
Esentepe Avrupa Konutları
YENİ SAYI

YAZARLAR

RÖPORTAJLAR

ANKET

Üzgünüm, şu anda etkin anket yok.

BAĞLANTILAR