Ne zaman mı doğdum. Nereli miyim?
Bu sorunun cevabını vermek hiç de kolay değil. Tarihin dip devirlerinde Orta Asya steplerinde doğduğum söylenir. Tanrı dağlarından, İrtiş ırmağından, Ötüken ormanından, Aral gölünden asırlar boyu seslendim, ünlendim söylendim.Orta Asya, Maveraünnehir, Mezopotamya, Anadolu, Balkanlar, Afrika, Avrupa ve daha nice coğrafyayüzyıllar boyu meskenim oldu. Bu uzunsoluklu serüvende geçmişin karanlık, bulanık, aydınlık nice koridorunda zamanla el ele kol kola yürüdüm. Tarihi seyirlerin çemberinde dünleri yarınlara devrederken kaderim Türk milletinin kaderine ortak düştü.
Benim adım Türkçe!
Bu efsanevi seyrüseferde zaman oldum olası vefasız, vakitise umarsızdı. Ama dil varlığım, Lokman Hekim’in elinden ölümsüzlük iksiriniiçmişçesine ezelden ebede hayat buldu. Bu sayede her kavşak noktasında yeniden taze can bularak diri hamleler için kuvvet topladım.
Göçler, hicranlar, hasretler benim dilimde feryat figan olupfeleğin katlarına yazıldı. Ağıtlar; kâh çığlık, kâh hıçkırık olup can evlerinden yaşın yaşın söküldü, kâh yere göğe fütursuzca savruldu,kâh enginlerde gece gündüz yankılandı durdu. Bazen suskunluk olup düğümlendim yüreklerin kuytu köşelerinde, bazen bir ırmak gibi setleri yara yara yol bulupaktım, sınırlardan sınırlara, diyarlardan diyara atlayıp durdum.
Zaferler şenlikler esenlikler mısra olup beyit olup asırların kalbine kazıldı. Er meydanlarında yiğit oldum kükredim, terazilerde hak oldum titredim. Çağlar benimle yazıldı, düzenler benimle kuruldu. Ferman oldum elden ele dolaştım, haber oldum dilde dile ulaştım. Esrar oldum derunlarda tozlandım. Akıl oldum icatlara, keşiflere yaslandım.Kitap oldum yaprak yaprak okundum. Sohbet oldum tenden tene yol buldum. Türkler dünyayı benim aydınlığımda gördü, okudu, benim cümlelerimle yazdılar.
Benim adım Türkçe!
Yaşanmış hayatlar, birikmiş tecrübeler;benimle kitabe, benimle destan,benimle menkıbe olup ebediyete uzandılar. Âşıkların ahı şairlerin kaleminden çıkıp gökyüzüneulaşırken, benim hecelerimden merdiven yaptılar kendilerine.Söz erbabı, yürek yangınlarını dile vurmak adına benim has bahçelerimde dolaşıp, öbek öbek kelam biriktirdiler heybelerinde.
Benim adım Türkçe!
Oğuz Kaan destanı, Göç destanı, Yaradılış destanı gibi nice destanlara, nice masala, nice hikâyeye beden verdim. 8. Yüzyılda Orhun abidelerine satır satır dizildim. Bilge Kağan’a ses, Vezir Tonyukuk’anefes oldum.
Kaşgarlı Mahmut, 7500 Türkçe kelimeyi ve nice kültür hazinesini benim vasıtamla DivanüLügati’t-Türk’deharmanladı.Bu dilin söz cevheri ile karılmış nice ata dede yadigârı özlü deyişi, nice güzel söyleyişi kâğıda nakşederek zamana meydan okudu.
Yesevi, hikmet dolu dörtlüklerinidevranın koynuna emanet bıraktı. Bu emanet Türkistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan Balkanlar’a dümen kırıp durdu. Gittiği her yerde bir katre efsun olup kulaklardan gönüllere, dudaklardan damarlara aktı, kanlara karıştı. Vardığı yeri, ulaştığı eli bir seher yeli gibi okşadı,ağarttı.
Yusuf Has Hacip,“adalet” ve “liyakat”i devletin olmazsa olmazları arasına koyarak evrenin sağduyusunda koruma altına aldı.
Yunus, beşerin yaradılış hikmetini özünden kavradı. Varlık denilen muammadan süzdüğü usare ile Türkçe seslerle som altından mısralar dokudu. Marifet hazinelerini az sözle yalın ifadeye sığdırmayı bildi.
Ali ŞirNevai, Türk Dili ile ölmez anıtlar dikip, şaheser mabetler kurupebediyetin bağrındaki makamına kuruldu. Sohbetin koyulup demlendiği, sözün pişip kıvama erdiği Hüseyin Baykara meclislerinde sesi ahengin teline, sözü mananın emrine vererek hüner üstüne hüner koydu.
Fuzuli’nin mısralarında beşerin onulmazelemleri, dinmez sızıları, kapanmaz yaraları dile geldi.Yüreğinden kopan naleler,kamış kalemin ucundan süzülüp satırlara döküldü. Bu satırlarda söze gelen Fuzuli değil; dünya seferinin kahır yüklü geçitlerindebunalıp da kendi talihine göz yaş döken beşerdi.
Ehlikeyf Nedim, kâm almak için dünyaya geldim diyen uçarı gönlüne, Sadabad’da Göksu’da eğlence âlemleri düzenlerken bizi dünyanın başka mevsimlerine taşıdı. O hafif ruhlu şair, Türkçe mısraları ile hayatımızı şenlendirdi. İçinde fasıl meşk edilen çifte kayıklarla mehtap sefalarının lezzetine ortak etti.
Karacaoğlan,ile memleketin dağı taşı, ovası bayırı dile geldi. Gözünü budaktan sakınmaz yiğitler, allı morlu sülün gibi güzeller onun dörtlüklerinde biraz mağrur biraz mahcup seyrana çıktılar.
Âşık Veysel, yüreği ile görüp yüreği ile tanıdı dünya denilen bıçak sırtı köprüyü. Hayali hakikati, yalanı gerçeği, eğriyi doğruyu, gizliyi aşikârı arı duru bir Türkçe ile gâh saz ile, gâh söz ile dillendirip öze dokundurmayı bildi.
Yahya Kemal, söz bedesteninde işlediği cevherleri beyit denilen ibrişimlere dizerken bütün bir medeniyetimizle bütünleşti. Onun kaleminin yoldaşlığında Üsküp’ten Kosova’ya Mohaç’tan Çaldıran’a akıncı ruhlarıyla birlikte sefere çıktık.Yedi tepeli İstanbul;Erenköyü, Kanlıcası, Üsküdar’ı, Kalamış’ı ile onun sesten örülmüş mamureleri sayesinde yeniden fark edildi.
Türkçenin bayraktarlığını yapmış nice isim bu yazıda saf tutmak için tarihin dehlizlerinden çıkıp bir bir sökün ettiler. “Biz bu dile gönül verdik, biz bu dile ömür verdik”dediler. Amenna, Türkçe onların varlığıyla boy verdi, yeşerdi, dal budak saldı. Onların gümrah gölgesinde sayeban oldu. Ama, ebed-müddet insanlık ufuklarında parlayacak Türkçe için bu mütevazı yazısadece ufak bir girizgâh oldu.
Bir yanıt yazın