Hatıratlar, yaşanmışlığın hikâyeleridir. Bu metinler; bir anlamda orijinal bir belge olmak hasebiyle önem taşırlar. Siyasi ve askerî hatıratlar; tarih ilminin üzerindeki keskin ve dört köşeli perdeleri aralayarak; bizi hadiselerin derununa taşırlar. Yazar mevkiindeki bu canlı şahitler; duygu ve düşünceleriyle, sevinç ve acılarıyla ateşîn tezgâhlarda pişmiş, hadiselerin örsünde dövülmüş olmanın insan sıcaklığını okuyucuya aktarırlar. Gerçi hatıra türündeki eserlere ihtiyatla yaklaşmak, orada verilen bilgilerin subjektif ve yanıltıcı olabileceğini hesaba katmak gereklidir.
Merhum şehit yarbay Bekir Fikri[1] “Balkanlarda Tedhiş ve Gerilla Grebene” adlı eserinde Balkan Savaşları’nın bizzat kalbinden konuşur. Bu savaşta Batı orduları komutanlarından biri olan Mareşal Fevzi çakmak, ömrünün sonuna kadar bu hatıratı okuyarak tashih etmiş ve notlar düşmüştür. O hâlde bu eserin yetkili bir müşahit tarafından elden geçirildiğini, verilen bilgilerin teyit edildiğini düşünerek daha emin bir şekilde yol alabiliriz. Ayrıca esere eklenen belge hüviyetindeki pek çok telgraf metni de bu sergüzeşti daha gerçekçi bir zemine ulaştırır.
Bu kitabın satırlarında savaşın gerçek ve acı çehresi ile yüz yüze geliriz.
Kurşun ve bomba sağanaklarının önündeki asker ve gönüllülerin çamur, yağmur, kar, soğuk, bataklık, sarp geçitler, dar yollar, açlık, yorgunluk ve hastalıklarla mücadelelerinin zorluğu bu satırlarda “ete kemiğe bürünmüş” bir şekilde ifade edilir. Bu serencamda bizi derinden etkileyen husus sadece fedakârlık ve kahramanlık dolu hayat kesitlerinden alınmış levhalar değildir.
Bu eserin sayfalarında basiretsiz idareciler ile bozguncu birliklerin yanı sıra gafletin sebep olduğu nice kahır yüklü sahneyle de sarsılırız. Bu savaşta bize koskoca bir vatan ve binlerce can kaybettiren husus; sadece düşmanın askeri, kurşunu, cephanesi, topu değildir. Ordumuzu asıl yenilgiye götüren iyi sevk ve idare edilemeyişi, emir ve komuta zincirindeki zaafiyet, subayların bir kısmının savaşmak ve başarmak gibi bir azim ve kararlılıktan uzak oluşları, şahsi çekişmeler, disiplinsizlik ve firar hadiselerinin çokluğudur. Yoksa düşmanın ne sayı, ne mühimmat, ne de askerlik yeteneği bakımından Batı Ordu’sunun daha ilerisinde ve üstün bir konumda olduğu söylenemez.
Bekir Fikri, eserinin özünde “Bu savaşa niye girdik? “Yenilme sebeplerimiz nelerdir?” “Balkanları niye kaybettik?” Başlıklı üç temel soruyu cevaplama yoluna giderken eleştiri oklarını zamanın idarecilerine, askerî yetkililere, komutan ve subaylara göndermekten çekinmez. Bu kalem tecrübesi; dönemine ışık tutmanın yanı sıra olup bitenin bir muhasebesini yapmak, açıklarımızla yüzleşmek, ve yanlışlardan ders çıkararak ibret almak, askerlerimizin daha iyi yetişmesine yardımcı olmak, savaşta ve barışta orduyu başarıya götürecek umdeleri gelecek nesillere aktarmak suretiyle ülkesine faydalı olmak gayesini taşır.
SAVAŞ ÖNCESİ RUMELİ’NDE DURUM :
Öncelikle eserden hareketle savaş öncesi Rumeli’ndeki durum hakkında bilgi verelim :
18.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı ülkelerinin Balkanlar ile ilgili niyet ve talepleri Avrupa ve Rumeli basınında sık sık yer almakta ve tartışma zemini bulmaktadır.
Devletin Balkanlardaki farklı unsurları bir arada yaşatma konusunda köklü ve tutarlı bir politikası yoktur. Bu bahiste yetkililerin temayüllerine göre sık sık değişen bir siyasi yaklaşım takip edilmektedir. Oysa devletin bu gibi ciddi meselelerde geçici iktidarlara, yöneticilerin dünya görüşlerine, popülist bakış açılarına, günü birlik siyasete göre şekil almayan belli bir duruşu; kısa ve uzun vadeli plan ve programları olmalıydı. Bu coğrafyaya gönderilen hariciyeciler bölgenin nabzını yoklamak, bu topraklardaki gizli veya aleni propoganda ve teşkilatlanma faaliyetlerinden haberdar olmak ve basını iyi takip etmek gibi konularda üzerlerine düşeni layıkıyla yapmamışlardır.
Oysa Balkanlarda diğer unsurlar Müslüman köylere Hıristiyan aileler yerleştirmek suretiyle sayıca üstünlük sağlamaya çalışırlar. Çorhlu’da son yirmi yıl içinde seksen yerli Hıristiyan evi ortaya çıkar. Rumeli’nde Türk unsurlar bütün zamanlarda savaşlarda kan, can kaybetmiş, aile kuramamış, işten güçten, kârdan kalmıştır. “Beş yüz yıla yakın bir zamandan beri aranıza giren bu vatandaşlarınız parayı, rahatı, saadeti, ticareti size verdi. Ölümü, fakirliği, savaş yükünü ve felaketleri kendi üzerine aldı.” (Bekir Fikri 1976: 60)
Bir Rus komplosu olarak ortaya çıkan Balkan İttifakı; Osmanlı’ya karşı Balkan devletlerinin birlik teşkil etmesini, ortak bir akıl ve ortak bir projeyle hareket etmesini sağlamak amacıyla kurulur.
1909’da Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan Osmanlı Devleti’ni hedef alan toplantılar yaparlar. gayrimüslimlerin hayat seviyelerinin iyi olmaması tezi, muhtemel bir savaşın sebebi olarak gösterilir. “bugüne kadar bize karşı açılan savaşların en belli başlı sebeplerinden biri İslam olmayan azınlıkların hayat seviyelerinin yükseltilmemesi idi.” (Bekir Fikri 1976 : XV) Mevcut şartlar düzeltilmediği takdirde Sırp, Bulgar ve Yunanlılar harekete geçeceklerini ifade ederek, Babıali’yi tehdit ederler
. 13 mart 1912’de Bulgar ve Sırp, 29 mayıs 1912’de Bulgar -Sırp –Yunan, 19 haziran 1912’de Bulgar ve Sırp genelkurmay başkanları bir anlaşma imzalarlar. ((Bekir Fikri 1976 : XXVI) 2 temmuz 1912’de Bulgar –Sırp askeri antlaşması, 25 eylül 1912’de Bulgar- Yunan antlaşması imzalanır.
Ekim 1912’de Bulgar, Sırp ve Yunan hükümetleri genel seferberlik ilan ederler.
Osmanlı kabine üyeleri ve ordu ileri gelenleri bu karar üzerine toplanarak dört yüz on taburluk bir kuvvetle bu ordulara karşı koyma kararı alırlar.
Avrupa diplomasisi sözde tarafları yatıştırmak adına savaşın sonu ne olursa olsun Balkanlardaki statükonun değişmeyeceğini her vesileyle ifade eder. (Bekir Fikri 1976 : XVI) Oysa böylesi bir yaklaşımın altında “Osmanlı bu savaştan zaferle de çıksa toprak kazancı söz konusu edilmeyecektir” telkini yatar. Bu telkinin arkasında da, Türk ordusu dört Balkan devletinin (Bulgar,Yunan, Makedon, Sırp) ordusundan çok daha güçlü bir konumda göründüğünden her hangi bir yenilgi ihtimaline karşı tedbirli olmak ihtiyacı yatar. Bu propoganda bir aldatmaca da olsa bizim dünyamızda geniş akis bulur. Savaş esnasında bu yalan vaade kanan bazı Osmanlı subayları statüko değişmeyecekse niçin kan döküyoruz mülahazasıyla savaşmayı gereksiz görürler. (Bekir Fikri 1976 : XXIII)
Rum Patrikhanesi, hem savaş öncesi bölgeye metropolit göndererek halkı yönlendirmek hem de savaş sırasında her türlü yardım ve kolaylığı sağlamak adına Balkanlarda öncü ve etkin bir rol oynar.
Patrikhane, 1760’lı yıllardan itibaren Hıristiyan halkı Osmanlı Devleti’ne karşı isyana teşvik ederek Müslüman nüfusa karşı kışkırtmak görevini üstlenmiş komitacı papazları Rumeli’ne tayin eder. “Rum Patrikhanesi tahminen yüz elli sene evvel Türkiye aleyhinde Doğu kilisesinin nüfuzunu artırmak için biri Adalara, biri Anadolu’ya ikisini de Rumeli’ne olmak üzere dört papaz göndermişti. Bu papazlardan Kozma isminde olanı Grebene’ye gelmiştir. Samarine yakınında bu adadaki kilise civarında gömülü olan bu papaz Patrikhane’nin ilk komitacı papazıdır.” (BekirFikri1976:34)
Rumeli’nde Batılı devletlerin ve kiliselerin kararlı ve yoğun çabalarıyla bir savaş ortamı yaratıldığı ifade edilir. Osmanlı devleti’nin bu çabaları daha başından itibaren engellemek konusunda yeterince dikkatli ve tedbirli olduğu söylenemez.
Uzak ve uzun bir tarihi geçmişi, köklü bir devlet geleneği olan Osmanlı İmparatorluğu’nda Meşrutiyet rejimi henüz çıraklık dönemini yaşamaktadır. Balkan harbi başladığında bu yeni rejim dört yaşındadır. Devleti parçalama projeleri dört bir koldan faaliyet göstermekte, ülkenin bir çok bölgesi içten içe kaynamaktadır. İsyan ve iç karışıklıkların sık sık boy gösterdiği ülkede, devletin ekonomik gücü parlak değildir. İdareciler; şartların nezaketini görüp de imparatorluğu ona göre çekip çevirecek basiret, birikim ve kabiliyette değildirler. Yönetim kademelerinde genel bir zaaf söz konusudur. Kısacası taşlar yerinden oynamış, dengeler bozulmuştur. Siyasi irade zayıftır. Bu durumun Orduya da sirayet ettiği söylenebilir.
22 Temmuz 1912’de kurulan Ahmet Muhtar Paşa hükumetine dış işleri bakanı tayin edilen ve Balkan savaşının diplomatik cephesini yönetmekle görevlendirilen Gabriel Noradunkyan ise Rumeli’nde yetişmiş yüz yirmi taburumuzu terhis ettirir. “İşin en garibi dış işleri bakanlığına Asım Bey’den sonra Gabriel Noradunkyan’ın getirilmesi idi. Rusların besledikleri Taşnak ve Hınçak komitaları Türk-Rus ilişkilerinin ayrı bir kundaklayıcısı idi. Bu adam, Ruslardan teminat aldığını bildirerek, hükumetteki gafil adamları aldatarak yetişmiş, eğitim görmüş yüz yirmi taburumuzu terhis ettirmişti. (Bekir Fikri 1976 : XVI-XVII)
Ordunun savaş öncesi Almanya’dan getirtilen yeni silah ve toplarla takviye edilmesi beklenirken, her nedense bu mühimmat ihtiyaç olduğu hâlde Balkanlarda kullanılmayıp, ambalajları açılmadan depolarda tutulmuştur. “Golç Paşa’nın orduda yapmak istediği yenileşme hareketi dolayısıyla Almanya’dan alınmış olan yeni silah ve toplar nedense birliklere verilmemiş, İstanbul’daki depolarda ambalajları ile bekletilmekteydi.” (Bekir Fikri 1976 : XVIII)
ORDUNUN DURUMU
Türkler, ordu devlettir. Bu ordunun yüz yıllarca işlenmiş, tecrübenin süzgecinden geçmiş köklü kuralları vardır. Bu kuralların başında ise disiplin ve mutlak itaat gelir.
Orduların ayakta kalmalarını ve başarılarını sağlayan en temel unsur; disiplindir. Balkan harbindeki başarısızlığın asıl sebeblerinden biri ordunun disiplinsiz oluşudur. Disiplinsizlik önce fikir boyutunda başlamış, ardından eylem boyutuna geçerek bütün unsurları içine almıştır. Siyasete bulaşmış subayların askeri kışkırtması ile bu disiplinsizliğin sınırları genişler. Askerler, subaylarına, subaylar komutanlarına itaat etmezler.
Savaşın başlamasıyla birlikte Osmanlı ordusunda sevk ve idare zaafiyeti ortaya çıkar. Bekir Bey’e göre Türk ordusunun geleneği yenileştirme ve yeniden düzenleme çabalarıyla birlikte sarsılır. Kökleşmiş bir düzeni bozup da yerine yenisini oturtmak kolay değildir.
Milletlerin kendilerine özgü yaşayış, düşünüş, görüşleri bir takım değişmez kurallar ortaya koyar ki, bunların zedelenmesi çok defa kötü sonuçlar verebilir.” (Bekir Fikri 1976 : 574)
“Ordunun geleneksel kanunları ise özellikle biz Türklerinki üst tarafından âdilâne bir şiddet ast tarafından uysal bir itaat ile yaşadı.” (Bekir Fikri 1976 : 573 )
18. Yüzyıldan itibaren Osmanlı ordusunu yenileştirmek maksadıyla birçok yenilik hayata geçirilir. Bu maksatla da genellikle Alman asıllı Avrupalı subaylar İstanbul’a gelirler. Bekir bey, bu subayların kurmaya çalıştıkları yeni sistemin bizim askerlik yapımıza çok da uymadığını düşünür. Bizdeki geleneksel askerlik anlayışında rütbeler arasındaki keskin çizgiler disiplin ve itaat duygusunu besler ve geliştirir.
“Bundan başka sulh zamanında mutlak itaatin orduda yerleşmesine önem vermelidir. Bu kutsal duygu bir ordu içine yerleşemez ve onun kuralları milletin gelenek ve ahlâkında yoksa yaşayamaz. “(Bekir Fikri 1976 :573)
Bu dağdağalı savaş sürecinde bile kişisel hırslar, şahsi çekememezlikler, siyasi tercihlere göre yapılan tayin ve terfiler yaşanır. En tek yürek, tek bilek olunacak zamanlarda bile küçük hesaplar, asıl gayenin önüne geçer. Hak eden terfi ettirilmezken, ehil olmayanlar yükseltilerek yetki ile donatılırlar. Bu durum da savaşın seyri boyunca ciddi sıkıntılara yol açar.
Çeşitli kuvvet kademelerine siyasi ve ferdî tercihler doğrultusunda isabetsiz tayinler gerçekleştirilir. Ordunun iyi koordine edilmemesi, birliklerin birbirinin eksiğini tamamlayacak, açığını kapatacak bir düzenden mahrum bulunması aleyhimize işleyecek, bütün fasıllarda başımızı ağırtacaktır.
Ordudaki disiplinsizlik, komutanlar arasındaki geçimsizlik ve fikir ayrılıkları savaş ortamında büsbütün su yüzüne çıkar..
Batı ordusu, bu savaşta parça parça efsanevi başarılar kazanmış büyük komutanlara da sahiptir. Her türlü mahrumiyete katlanarak cansiperane savaşan binlerce vatan evladı bu savaşta şehit olmuştur. Yine binlerce yaralı ve gazi bu harbin yorgunluğunu üzerlerinden atamaden kendilerini Çanakkale’nin, Sarıkamış’ın, Anafartaların, İnönü’nün ve daha nice ateş tufanlarının içinde bulmuştur. Bütün bu destan yürekli kahramanların mevcudiyetine mukabil; bütünüyle değerlendirildiğinde ordunun emir ve komuta, sevk ve idare, disiplin ve itaat gibi konularda bir zaafiyet içinde olduğu söylenebilir.
Ayrıca savaşın tamamı içinde insan hayatı son derece ucuzdur. Yaralılara gerektiği gibi bakım yapılmaz. Hastalar kendi kaderlerine terk edilirler. Hafif yaralıların bile iyileşemediği, basit rahatsızlıkların bile ölümle sonuçlandığı, bulaşıcı hastalıkların kol gezdiği tedbirsizlik ve bakımsızlığın en uç noktada yaşandığı bir hercümerc hâli mevcuttur. ”Yanya kalesinde hasta ve zayıf erler büyük bir yük hâline gelmişti. Sağlamlar hastalanmakta, hastaların yüzlercesi ölmektedir.” “(Bekir Fikri1976 : LIV)
“Ordumuzu en çok sarsan gıdasızlık ve cephane noksanı idi. Hastahanelerde bir günde yüz yirmi eri birden kaybediyorduk. Gerekli bakım yokluktan yapılamıyordu.” (Bekir Fikri 1976 :LIV)
Yarbay Bekir Bey; gerçek bir vatansever, tecrübeli bir asker, bir serdengeçtidir. Yemen’de çok ağır şartlar altında savaşan, Rumeli’nde kurduğu çeteler ile karşı çetelere göz açtırmayan, bayındırlık hizmetleriyle kendi bölgesini mamur kılan, Balkan Savaşı’nda da düşmanların korkulu rüyası hâline gelen Bekir Bey, kısa süren hayat serüvenine Sarıkamış muharebesinde şehit olmak suretiyle nokta koyar. Erzurum’da şehitlikte yatan merhum yarbay; imkânsızlık içinde imkân üretmek, az kuvvet ve malzemeyle çok büyük başarıları hayata geçirmek konusunda yetenekli ve idmanlıdır. O, bu eserini derin bir kederin , üstüste yaşanmış hayal kırıklıklarının ve harlı yürek yangınlarının sevki içinde kaleme alır. Genç yarbay, doğup büyüdüğü yer olan Rumeli topraklarının kaybı ile kederlidir. O, kaybedilen vatanın, şehit olan binlerce canın ıstırabını iliklerine kadar hisseder. Belki de avunmak adına bu ateş hatlarının hazin ve elim hikâyelerini milletiyle paylaşmak, tarihe mal etmek ister. Bu suretle tekrar aynı hatalara düşülmemesi konusunda bir ikaz vazifesi görmeyi ümit eder. Onun hayatının hareket noktası ülkesine yararlı olmaktır. Bu kalem tecrübesi, bu kutlu önemli bir gayenin bir parçası olarak millî hafızamızda yer alacaktır.
KAYNAK
Yarbay Bekir Fikri (1976), Balkanlarda Tedhiş ve Gerilla Grebene, Belge Yayınları, İstanbul
[1] Şehit yarbay Bekir Fikri, 1888’de Grebene’de doğdu. (Grebene, Arnavudluğun Güneydoğusunda, Yunanistanı’ın kuzey bölgesinde küçük bir kasabadır.)1903 senesinde Harbiye’den mezun oldu.. Yemen harbine katıldı. Bu harpte gösterdiği başarı ve liyakat sebebiyle mezuniyetinin üçüncü senesinde yüzbaşı oldu. Balkan hükumetlerinin ve çetelerin Müslüman Türk halkına karşı giriştikleri baskı ve zulümleri önlemek için Grebene kazasındaki nizamiye taburuna tayin edildi. Eşkıya ve çete saldırılarını önlemeyi önemli ölçüde başardı. Balkan yetkililerinin Osmanlı Devleti üzerindeki baskısı sonucu Alasonya’ya gönderildi. 1908’de Grebene havalisinde teşkilat kurmakla görevlendirdi. O havalide köylere okullar kurmak, telefon hatları döşemek gibi bayındırlık faaliyetlerinde bulundu. 1911’de Grebene Jandarma Komutanlığına tayin oldu. Balkan harbi sırasında o bölgenin halkını teşkilatlandırdı. “Kuvve-i Seyyâre” adını verdiği gönüllü birlikleriyle düşmanı bir çok fasıllarda yenerek bir efsane hâline geldi. 1914’de 1. Dünya savaşı çıkınca cephe hizmeti istedi. Kafkasya’da 34. Tümen’e kumandan tayin edildi. 16 Ekim 1914’te yarbaylığa terfi etti. Sarıkamış taarruzunda büyük kahramanlıklar gösterdi. 21 Aralık 1914 günü Yerköy’de şehit oldu. Erzurum’daki şehitlikte 6 numaralı kabirde medfundur.
Bir yanıt yazın