Bazı ifade kalıpları ve hüküm cümleleri klişeleşmiştir. Söylene, yazıla, işitile mutlak doğru hüviyeti kazanmış olan bu ibareler; “galat-ı meşhûr lûgat-ı fasîhten evlâdır” (=Herkes tarafından benimsenmiş yaygın yanlış; açık, düzgün ve güzel sözden daha makbul tutulur.) (Bu cümlede ‘fasîh’ kelimesi yerine ‘sahîh’ kelimesi veya ‘fasîh-i mehcûrdan’ =’terkedilmiş açık, güzel, düzgün sözden’ terkibi de kullanılabilir.) düşüncesine hizmet eder bir şekilde kullanılır olmuştur.
Hayatın çeşitli merhalelerinde çeşitli vesilelerle karşımıza çıkan bu kabil basmakalıp değerlendirmeleri sorgusuz sualsiz alır; tartışmaksızın dağarcığımıza yerleştiririz. Dilimize pelesenk eder; fikirlerimizi desteklemek amacıyla da sık sık kullanırız. Bazen gerçek kaynağını veya ilk sahibini unuttuğumuz o mirî malını kendi malımız zannettiğimiz bile olur. Asıl ebeveyni kayıplara karışmış bu söz sermayesindeki takdir, kabul, ret, eleştiri, yergi veya yargı ihtiva eden anlam birliklerine kendimizden sâdır olmuş gibi muamele ederiz.
Bazen o hükümler tartışmasız gerçekler yerini alarak, düşünce dünyamızda söz sahibi olurlar. Üzerinde düşünülmeden benimsenmiş cümlelerden biri de bir Latin atasözü olan “renkler ve zevkler tartışılmaz” ifadesidir. Bu atasözü çok kabul görmüş olup dünya genelinde yaygınlaşmıştır. Oysa ne renk bilgimiz, ne de zevkle ilgili kıstaslarımız kendiliğinden oluşmaz. Bu konudaki tercihlerimiz; içinde bulunduğumuz zamanın, coğrafyanın, ailenin, bilgi ve görgü birikiminin, aldığımız eğitimin, alışkanlıkların, moda akımlarının, sanat cereyanlarının, maddi imkânların ve ihtiyaçların izlerini taşır. Zevkte belirleyici rol oynayan kültürel unsurlar ise çağlara ve coğrafyaya göre değişim gösterir.
Ömür boyu elde ettiğimiz her türlü kazanım; zihin yapımız, ruh ve his dünyamızla karışıp kaynaşarak, bizim kişisel kodlarımızın birer işaret taşı olarak su yüzüne çıkarlar. Bu kişisel arka plan üzerinden mesafe almak, serpilip gelişmek mümkün olabildiği gibi kendi içinde daralıp tıkanmak da söz konusu olabilir. Bazılarında iç ve dış tesirlerin bileşenleri verimsiz toprağa düşen tohum gibi akim kalırken, bazılarında kemal noktasına doğru bir yükselme gerçekleştirebilir.
Kendi ömür merhalemiz içinde de zevklerimizin değiştiğine bizzat kendimiz şahit oluruz. Lise yıllarında çok beğendiğimiz bir eşya; emeklilik yıllarımızda bize son derece basit gelebilir. Hatta bir sene önce yazdığımız bir yazı bile bugün gözümüze zayıf, kusurlu hatta gereksiz görünebilir.
İnsan fıtratında güzellik aşkı, hakikat aşkı ve iyilik aşkı bir ezel vergisi olarak mevcuttur. Bu vaz geçilmez eğilim; bazılarımızın içinde derin uykulara yatmış, bazılarımızın içinde hafiften uç vermiş olsa da istisnasız bir şekilde her faniyi kuşatır. Bu yüzden insanoğlu yitik bir malın peşine düşmüşcesine her devirde hakikat, güzellik ve adalet arayıcısı olmuş; bu uğurda mücadele vermiştir. Hakikat aşkı ilmi ve felsefeyi, güzellik aşkı sanatı, adalet aşkı ise hukuku doğurmuştur
Fert; kendisini inşa etme süreci içinde şayet imkân bulabilirse; yerelden milliye, milliden evrensele doğru açılan bir çizgi dahilinde yol alır. Zevkiselim dediğimiz “olgun zevk” veya “estetik terbiye” de genelde üst bir çizgide neşvünema bulur. Zevkiselimi belirlemede iyi, doğru ve güzel kavramları nirengi noktası olur. Güzel kavramı; kişiden kişiye değisse de yine de güzelliğin temel kıstasları vardır. İdeal güzellikte; simetri, uyum, nispet, denge, ölçü, bütünlük gibi hususlar aranır.
Ferdi kimlikten kaynaklanıp; çevre tesirleri ile gelişen zevk duygusu; önemli ölçüde işlenmeye, farklı kaynaklardan beslenerek zenginleşmeye muhtaçtır. Dış tesirler; beden dilimizden, ses tonumuza, sevdiğimiz yemek çeşitlerinden giyim tarzımıza varıncaya kadar her alanda varlığını hissettirir.
Güzelin belli kalıplar içinde form kazanması olan sanat; her iklim ve devirde farklı bir veche kazanır. Sanat; hiçbir menfaat endişesi olmaksızın ideal olanı, güzeli olanı arar.
Gerçek bir sanatkâr; kendisiyle aynı patikada yürümüş diğer sanatkârlardan gıdalanmış olmakla beraber zaman içinde kendi üslubunu bulur. Bu bağlamda doğuştan getirilen kabiliyet ancak bir nüve hükmündedir. Sanatkârın bu nüveyi, kunt bir mermeri yontarcasına işlemesi, şekillendirmesi beklenir. Her hangi bir sanat dalında usta olmayı gaye edinmiş olan bir kimsenin öncelikle eğitim, emek, sabır ile örülmüş çileli ve uzun bir hazırlanma döneminden geçmesi gerekir. Eserin ortaya konulma süreci içinde de sanatkârın yoğun çaba ve sabra ilaveten özel hayatından, şahsi ihtiyaç ve zevklerinden feragat ve fedakârlık etmesi söz konusudur.
Estetik terbiyenin dayanak noktası olan zihni terbiye; ruh, beden, his, göz, kulak eğitimi gibi meşakkat yüklü nice dar geçitlerin sonunda kazanılır, Evet; zevkler ve renkler tartışılır tartışılmasına ama bazı eserler vardır ki; onların sanat değeri ve güzellikleri tartışılmazlık seviyesinde bulunur. Michelangelo’nun Pieta ve Musa heykelleri, Raffaello’nun Atina Okulu freski, Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sı, Karahisârî’nin Süleymaniye’deki celî kubbe yazıları, Hammamîzâde İsmail Dede Efendi’nin Hüzzam, Ferahfeza ve İsfahan Ayinleri gibi eserler farklı kültürlerin malı olsa da her dönemde, herkes tarafından beğenilecek çapta şaheserlerdir.
İnsanoğlu dünya genelinde en yetkin mimari eserler olarak mabetleri inşa etmiştir. Bir Budist mabedi olan Kyoto’daki Altın Köşk Tapınağı, Vatikan’daki Sen Piyer bazilikası, İstanbul’daki Süleymaniye cami, Edirnede’ki Selimiye cami Kurtuba’daki Kurtuba cami (günümüzde katedral olarak kullanılmaktadır.); medeniyetlerin en iyiye ulaşmak için harcadıkları üstün bir çabanın ürünüdür. Bu zirve eserler; farklı medeniyetleri ürünü olmakla beraber gören her gözün hayranlığını kolaylıkla kazanır.
Bu eserler; farklı estetik anlayışların mahsulü olmakla beraber her biri kendi üslupları içinde ideal güzelliğin kurallarını taşırlar.
Yüksek bir zevkin ürünü olan bu tip ölümsüz sanat eserlerini farklı bir çizgide ele almak gerekir. Ama her insan için geçerli bir duygu olan zevk unsuru; hâlin ve şartların icabına göre, fertten ferde değişebilir. Hatta ömrün farklı mevsimleri içinde bile değişebilir.
O hâlde “zevkler ve renkler tartışılmaz” mealindeki alışılmış söz kalıplarını kullanırken anlamını bir kere daha gözden geçirmekte, bu ve benzeri peşin hükümlere biraz daha kaydıihtiyat ile yaklaşmakta fayda vardır.
Sayin Belkis Hoca, son derece derinlere deyen bir sanat kavrami irdelemis. Sanatin sanat icin yapildigi hallerde o yapitin icinde gizli olan estetikte derin bir sevgi tohumu oldugunu ima etmis. Bir maksada yonelen ve bir anlam nakletmesi dusunulerek uretilmis sanat eserlerin de ise bu tip sevgi nuvesi gorulmese bile, hakiki sanatkarin eli onun icindeki ifade edilmeyi bekleyen sevgi dolu akimin eserine gecmesini onleyemez. Ve esr saheser olabilir. Bana gore iste bu yuzden bazi sanat eserleri olumsuzlesiyor. Bu yaklasimi kendi yasamimiza da iletebilir ve her yaptigimiz seyin sevgi ile yapilmasi halinde onunla yuz yuze gelen kisilerin ilk planda ondaki iyi ve guzel kavramlara ulasacaklarini ve onlari iclerine sindireceklerini dusunebiliriz. Iste bu akim icinde farkli zevk ve renkler yer alsa bile onlara taban olan guzel, iyi ve sevgi unsuru onlari begenilir ve istenir bir nesne yapar. Bugunlerde heryerde hak ve hurriyet arayan insan kitlelerinin onu bulmak icin verdikleri mucadele de iste boyle bir sanat eseri (dingin insan) yaratma gucunden ivmesini aliyor diyecegim. Belkis hocanin bu derin incelemesi bana bunlari soyletti. Umarim kastedilen yerine gider