Temsil kelimesi Türk Dil Kurumu sözlüğünde “hak ve görev bakımından bir kimse veya topluluğun adına davranmak, belirgin özellikleriyle yansıtmak, sembolü olmak,bir eseri sahnede oynamak” şeklinde tarif edilir.
Her fert öncelikle kendi “ben”initemsil eder. Kendi “ben”ini temsil ederek yola çıkan insanın bir çok mensubiyet halkası vardır. İnsanın ferdi ve sosyal kimliklerini hayatla buluşturma ve düşünme şekli,ölçülerive seçimlerio kimse hakkında birer mihenk taşı hükmünü taşır. “Hangi değer ölçüleri,hangi artılar ve eksiler çerçevesinde yapılanan bir dünyada yaşıyor”sorusunun cevabı, insanın ferdi ve sosyal kimlikleri içinde saklıdır. Bu husus; aileler, şehirler, köyler, kasabalar, ülkeler ve kıtalar içinde böyledir. Her dönem kendi hikâyesini okur, her zaman kendi fikri yapısınıdokur. Her canlı yaşadığı zamanın bir parçasıdır. Onunla bir ve bütün olmakla beraber zamanın hem mimarı hem de içinde imar edileni olmak keyfiyetini yaşar.
O halde fert, öncelikle kendisini temsil eder. Hiyerarşik bir sıralama içinde düşünülürse ikinci basamakta ailesini temsil eder. Ailesinin değerleri ile değerlendiğinden, o fert hakkında verilen hükümler çoğu yerde ailesini de kapsar. “İyi aile” kavramından kasıt da budur.Sonra mensup olduğu mahalleyi, köyü, semti, kasaba veya şehri temsil eder. Yerel kimlikler; belirgin özellikleriyle şöhret bulurlar. Karagümrüklü, Kasımpaşalı, Kayserili, Antepli, Rizeli ibareleri yerine göre bir hüviyet kâğıdı yerine geçer.
Ülkeler; mensubiyet açısından belirleyicidirler. Nijeryalı, Alman, Fransız, Suudi, İranlı, Afganlı, Hintliibareleri deri renginden konuşulan dile, yemek kültüründen gelenek ve inanç sistemlerine kadar çok baskın birer kimlik işareti olarak tebarüz ederler.
Bu kimlikler haricinde de her bir kimsenin birçok temsil dairesi vardır. Anne, baba, eş, evlat, torun, kardeş, abla, ağabey, amca, hala, dayı, teyze, komşu, akraba, arkadaş, meslektaş, vatandaş, insan olmakgibi ceplerde taşınan farklı aidiyet kartları olup her birinin mensubuna biçtiği roller farklıdır. Bu rollerin hakkını vermek, ortamına göre tavır almak, uygun kimliğin gereğince hareket etmek; beşer olmanın ve sosyal hayatın bizden beklediklerindendir. Bu sadece boş bir beklenti değil; kişiye vazife ve sorumluluk yükleyen birer yaptırım gücühüviyetindedir. “İyi ahlak” denilen kavramın özü de bir anlamda bu yükümlülüklerin hakkını layıkı veçhilevermek olarak düşünülebilir.
Beşeri âlem; daimi bir alış veriş arenası hükmündedir. Kişi; etrafındakilerden sadece almakla kalmaz, etrafına da bir şeyler katar. Aynı ailenin üyeleri konumundaki insanlık; bu yolla yürür. Daimi bir etkileşim ve iç içe oluş, dünya değirmeninin şaşmaz kaidelerindendir. Butesir dalgaları; çoğu zaman toplumun kabulleri ve retleri çerçevesinde kişinin bünyesine her nefes aldıkça zerk edilen hazır reçeteler konumundadır. Bazı rollerle ilgili kuralların ortaya konulmasında fıtri yapının, ferdi eğilimlerin, eğitimin, içinden geçilen zamanın ve yaşanılan coğrafyanın payı büyüktür.
Her kendini bilen insan; mensubiyet tabakalarının içini döşemeye, farklı kimliklerin repliklerine göre konuşmaya ve davranmaya gayret eder. Bu değişik kimliklerin rüknüne göre hareketederek, bu farklı koridorları derununda mezc ederek, her bir kimliğin gereğini yerine getirmeye çalışır. Aynı nefiste toplanan bu farklı farklı kimlik modellerinin şartları da bellidir. Aynı insandan bir ömürlük mühlet içinde iyi insan, iyi evlat, iyi eş, iyi baba, iyi anne, iyi dede, iyi komşu, iyi akraba, işinin ehli bir meslek mensubu, hepsinden ötesi iyi bir insan olmak rollerinin hakkını vermesi beklenir. Aileler çocuklarını yetiştirirken böylesi bu temenni ve gayret içinde bulunur. Devlet iradesi, eğitim sistemi de “iyi insan yetiştirme” adına çocuk ve gençleri kendi ölçeklerince şekillendirmeye çalışır.
Bu aidiyet halkalarının içini sağlıklı bir şekilde doldurmak hiç şüphesiz ki kolay iş değildir. Bu vadide çoğunluk; kusurlu, eksik, yetersiz kalırken az sayıdaki fani; kısmetine erişeni kaldırmaya, hissesine düşeni taşımaya çalışarak bir iç huzuruna ve bir ruhi tatmin duygusuna ulaşır.
Vazife ve sorumluluklarını layıkıyla yapıp etme konusunda gönülsüz veya kifayetsiz olduğu halde “yapar görünme” veya “bir yapıp beş gösterme” gayreti içinde olan kimselerle sıklıkla karşılaşılır. Ayrıca eksik, açık ve ayıbı olanların da en iddialı bir biçimde kul hakkı, temel hak ve vazifeler, güzel ahlak, büyük yüreklilik gibi konularda konuştukları, etraflarını yönlendirmeye çalıştıkları gerçeği de insanlık tarihi kadar eskidir.
Tebliğ etmek; bildirmek demektir. Bir haberi, bir durumu, bir bilgiyi diğerine aktarmaya çalışmak dabu anlamda bildirmektir. Her bir kimse; hem dış görünüşüyle hem söyleyip dinledikleriyle hem de yapıp ettikleriyle çevresine kendisi hakkında bir mesaj verir. İnsanlar; bir kimse hakkında değerlendirme yaparken, bu bahsettiğimiz hususlar ekseninde fikir yürütürler. Her insan; zihniyet yapısı ve yaşama modeli ile dış âleme kendi iç âlemini tebliğ etmiş olur.
İyi bir sözü, doğru bir davranışı yekdiğerine aktarabilmek; o sözü, o davranışı “hal haline getirmek (=hayata geçirmek)” suretiyle gerçekleşir. Nefsi ile söylediğini bütünleştiremeyen; dili başka fiili başka olanların söylediği sözler uzun vadede tesirli olmaz. Bu sebepten tebliğ etmek, duyurmak, öğretmek derdi olanların işe nefislerinden başlamaları beklenir. “Hocanın söylediğini yap, yaptığını yapma” sözü abesle iştigalden başka bir şey değildir. Belki de birçok güzel ve özlü sözün, bir çok ahlakı ilkenin havada asılı kalması, kulaklardan içeriye nüfuz edememesi bundandır. Söyleyen bile “söylediklerim ayrı” “ben ayrı” diyorsa,dile getirdiklerini kendinden ayrı bir vitrin malzemesi olarak algılıyorsa tabii ki, ifade ettikleri dinleyenlerin yüreğine akamaz, damarlarında dolaşamaz, hücrelerine kavuşamaz. Samimiyet; sirayet edebilmenin başlıca amillerindendir. Söylediğini yaşamayanın temsil etme gücü de yoktur.
Her biri birer cevher hükmündeki nice kitabınyüksek muhtevasına, her biri bir iksir değerindeki nice hatibinyüklü lügatine rağmen insanlık iyiyi yakalamak konusunda sınıfta kalıyorsa bir yerlerde bir yanlış var demektir. “Mücessem ahlak” diyebileceğimiz “cisimlenmiş ahlak”seviyesindeki insanın, beşeri zaaflarından olabildiğince arınmış ve kendisini aşmış insanın, yani tam insanın azlığı dünyanın asıl problemdir. Zira iyi hâl; söylediklerini bizzat hayatına uygulayanlardan öğrenilir. İnsani kalkınmışlık seviyesindeki düşüş; biri iyi örneklerin sayıca yetersizliği ile ilgilidir. Dede Korkut Hikâyeleri’nde geçen
“Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra donatmaz” cümlesi bu gerçeği en özlü bir biçimde dile getirir.
Prof. Dr. Belkıs Altuniş Gürsoy
Bir yanıt yazın