Bugün AK Parti diye bir gerçek yahut da Türk siyaset hayatında kimseye nasip olmayan bir politik başarı varsa -ki fazlasıyla var- kuşkusuz ki bunun temelinde Erbakan Hoca’nın koyduğu harç vardır.
Milli Nizam’la başlayıp, Milli Selamet’le ivme kazanan “İslami çizgide siyaset” geleneği, her defasında önüne konulan yüksek bariyerlere rağmen, farklı isimler altında da olsa Erbakan Hoca’nın mutlak kontrolünde hep daha güçlendi ve sonunda milli bir kök haline geldi.Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde onlarca parti ve birbirinden iddialı genel başkanlar gelip geçti. Bugün bir çoğunun adını bile hatırlamıyoruz. Oysa Erbakan ve yürüttüğü siyasi akım sürekli kalıcı oldu. Bu da, Erbakan’ı ve siyaset anlayışını farklı kıldı.
Hoca, hiçbir zaman alışılagelmiş kalıplara girmedi. Bu yüzden de sistem, O’nu ve ekibini daima oyun dışında bırakmaya çalıştı:
Kurduğu bütün partiler, ya askeri iradeler ya da yüksek mahkeme tarafından hep kapatıldı. Öyle ki partisi iktidardayken bile Hoca ve kurmay heyeti “sakıncalı” olmaktan kurtulamadı.
Ama Hoca her defasında ezber bozdu.
İsmet İnönü, Hoca için, “Bu millet bir tane adam yetiştirdi, o da dinci çıktı” derken, muradı aslında övmek değildi ama öyle bir tespitte bulunmuştu ki, isteyen O’nu irticacı olarak görüyordu, isteyen de büyük bir beyin ve dünya çapında bir lider biçiminde ele alıyordu.
Peki, Hoca hangisiydi?
Türkiye’de ağır sanayinin ilk nüvesi olan Konya’daki “Gümüş Motor”u kurarak, bu ülkede de ağır sanayi olabileceğini gösteren büyük bir mühendis ve ilim adamı mıydı; yoksa ideolojik emellerine ulaşmak uğruna, dini siyasete alet eden bir mürteci miydi?
Neydi doğru olan?
Orhan Akkoyunlu, Erbakan’ı tarif ederken, hafızalara kazınan bir saptamada bulunuyor:
“Hoca’nın hayallerine kurşun sıksan yetişmez.”
Öyle ya da böyle tarih hükmünü icra edecektir nasılsa…
Şimdi konumuz bu değil.
Siyasi hasımlarının bir çoğu öldü, bazıları da köşelerine çekildi. Fakat Hoca, ileri yaşına rağmen hâlâ siyasette “tayin edici” rolünü sürdürmeye çalışıyor.
İlk büyük kopuşun (Tayyip Bey ve arkadaşları) ardından Hoca bir kez daha kendince “haylaz talebelerinin ağır ihaneti”yle karşılaştı.
Ama belli ki inadına son sözü kendisinin söyleyeceğini savunuyor.
“Ben yokum ama oğlum olsun”
Rahmetli Özal, ANAP’ı kurarken, Elazığ’da çok saygın ama yaşı hayli ilerlemiş olan bir şeyhe de “gel bizimle ol” teklifi götürüyor. Özal düşünmüş ki, nasılsa şeyh “ben çok yaşlıyım, yerime falanca olsun” diyecek ve böylelikle de hem şeyhin gönlü alınmış olacak, hem de vereceği ismin partiye alınmasıyla ciddi bir destek sağlanacak.
Evet… Şeyh önce tıpkı Özal’ın düşündüğü gibi diyor; “ben çok yaşlıyım, oğlum olsun.” Fakat aradan iki gün geçmeden, şeyh haber salıyor:
“Tamam, öyle dedim ama bizim oğlan çok gençtir (oğlu o gün 60 yaşında) ola ki beceremez, onun adını silip yine beni yazsınlar.”
Galiba bu anlayışa “ne büyük bir hizmet aşkı” diyerek, kimse şapka çıkarmaz. Olsa olsa buna, “koltuk sevdası” veya “kişinin nefsine esir olması” hastalığı denilebilir.
Hoca, tam tersi bir itikada sahip olmasına rağmen, şu son günlerdeki kararlarıyla gerçekten herkesi şaşkına çevirdi. Hani O’nu bilmesek diyeceğiz ki, her başlangıcın bir nihayeti ve en solmaz güzelliklerin de hazanı olduğu ilahi gerçeğine sırt dönmüş bir adam…
Öğrencileri eliyle de olsa bütün siyasi hayallerini gerçekleştirmiş ve 40 yıldır bayraklaştırdığı milli görüş çizgisini, devlette iktidar ve muktedir kılmayı başarmış bir büyük lider, denizleri ve okyanusları geçtikten sonra, küçük bir derede nasıl boğulur?
Fotoğraf ortada; neresinden ve nasıl bakarsanız bakın çıkaracağınız sonuç şudur:
Numan Kurtulmuş ve arkadaşlarının topluca ayrılışları, aslında sadece Saadet Partisi’nin hazin çöküşünü göstermiyor. Bu gelişme aynı zamanda, 1969 yılında bağımsız milletvekili olarak siyasete ilk adımını atan ve bir yıl sonra, amblemi işaret parmağı olan MNP’yi kurarak, siyaset tarihinde kalıcı olduğunu ispatlayan bir liderin, kendi kendini inkâr edişinin trajik bir finalidir.
Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet…
Hoca’nın kaptanlığında kurulan ama hep üzerinden tanklar geçen partiler oldu.
İster “siyasi azim” deyin, ister “sarsılmaz bir inanç”, isterseniz “hedefini bulan uzun menzilli bir füze” fark etmez…
Kesin olan şu ki geride kalan bu kırk yıllık siyasi hayat, asla kimsenin yadsıyabileceği bir geçmiş değildir.
Düştü; ama düştüğü yerden kalkmayı hep başardı…
Yasaklandı; ama savunduğu düşünce hep kendisine bir yol bulup usul usul ilerledi…
Kırk yıllık tarihe sahip bir büyük mücadelenin sonu böylesine sevimsiz olmamalıydı.
Çünkü Hoca, kurşun yetişmeyen hayallerini gerçekleştirebilmiş bir büyük liderdir.
Not:
Lütfü Esengün’ün tercihi…
Numan Kurtulmuş ve arkadaşları topluca SP’ye veda ederken baktım ki, Lütfü Esengün de orada; yani Kurtulmuş’un hemen yanındaydı. Lütfü Bey’i otuz yıldan beri tanırım. O; dürüstlüğü, vefası, azmi ve eğilip bükülmeyen inancıyla, tamı tamına adam gibi bir adamdır. Vaktiyle siyaset arenasında kendisine çok görkemli mevkiler sunulmasına rağmen, Lütfü Bey, tek bir gün bile Hoca’sına olan bağlılığından uzaklaşmadı ve sadakatinden ödün vermedi. Sonuç da vekil de oldu, bakan da ama hiçbirinde Hoca’sına rağmen davranmadı. Misal, bakan olduğu gün Erbakan, Lütfü Esengün’e deseydi ki, “sen vekilliği bırak git Erzurum’da il başkanı ol” bir saniye bile düşünmezdi.
Çünkü Erbakan, Lütfü Bey için parti genel başkanı olmaktan çok öte bir yerdeydi.
Şimdi görüyorum ki aynı Lütfü Esengün, bu çalkantıda ve ardından gelen ikinci büyük kopuşta, Hoca’sının safında değil de Numan Bey’in yanında durmuş. Ahlâkına, izanına ve ferasetine hep güvendiğim Lütfü Esengün de şayet veda edenler içine dahil olmuşsa, anlayın ki Hoca bu defa çok fena çuvallamış demektir.
Bir yanıt yazın