Kapı dediler adına. Hem dayanak, hem sığınak, hem de korunaktı. Çeşitleri vardı : Dost kapısı, cümle kapısı, ekmek kapısı, el kapısı, sokak kapısı, imtihan kapısı, mahkeme kapısı, kale kapısı, devlet kapısı, rahmet kapısı, Hak kapısı gibi.
Açmak ve kapamak filleri etrafında geçerdi eyyamı. İnsanoğlu kapılardan geçerdi hayat boyu. Kapıları çalardı peş peşe. Bazen kapılar teklifsizce açılırdı bir bir önünde. Çalmadan girerdi içeriye. Ama bu kadar kolay girdiği kapılarda bir eşiği aştığını bile farketmezdi çoğu zaman. Bazı kapıların önünde bir vakit duraksar, bekler çalardı, çalar beklerdi defalarca. Zor da olsa açılırdı bu kapılar. Bu engeli aşan dar bir kapıyı arkada bıraktığını bilir, feraha çıkardı bir süre. Ama kapıların ardı arkası, sonu yoktu dünya güzergâhında. Bazı kapıların önünde ise kişi günlerini aylarını yıllarını devirirdi tek tek. Endişe ve korku ile kıvranır, gam deryalarında boğulur, ateşlerde kavrulur, ümit teknesiyle fırtınalı denizlerde çalkalanır, boğulmak ile yaşamak arasında gider gelirdi. Var gücüyle didinir, var gücüyle çırpınırdı. Nihayet kapı açıldığında büyük bir zafer kazanmışcasına mutlu hissederdi kendini. Ama bazı kapılar vardı ki, ne kadar çalınsa da açılmazdı. Ne yapılırsa yapılsın, ne kadar mücadele edilirse edilsin bir türlü aralanmazdı. Sabrım deneniyor diye sabır üstüne sabır koyardı bekleyen. Gözünde hayali, yüreğinde heyecanı ile kalakalırdı öylesine. Sabrı aşınır, gücü aşınır, ömrü aşınır ama kapılar açılmazdı bir türlü. O biçare kişi “bir kapıyı kapatan bin kapıyı açar” diyerek avunur, başka kapılara yönelirdi. Böylece sinesindeki teselli kırıntılarından, içindeki tuzla buz olmuş emellerden yeni ümitler yeşertmeyi öğrenirdi bu beklemede.
Bu seyrüseferde kapı yoldaşları, haldaşlar, candaşlar edinirdi insan. Dar kapılarda, zor kapılarda, geçit kılmaz, aman vermez kapılarda çoğu zaman onlarla eğleşir avunur, çoğu zaman onlarla takat getirirdi dünya yüküne. Eşin dostun varlığıyla menzili kısa, yolculuğu kolay eylerdi âdemoğlu.
Kapıları açmak, açtırmak kadar kapatmak da vardı.. Bazen can cevherinin kapılarını aralamak, ancak dışarının kapılarını örtmekle mümkün olurdu. O vakit kapılar insanın kendi içine, derununa doğru açılırdı. Bu tek kapıdan binbir kapıya doğru sefere çıkılırdı. Hayatla, gerçekle, hayalle, özlemle, nefisle yüzleşmenin, buluşmanın yeri orasıydı. İç zenginliklerin olduğu kadar, mahrumiyet ve mahremiyetlerin de cevelan mekânı.
Bu kapıdan girmesini bilenler orada ne labirentler, ne dehlizler, ne alt geçitler olduğunu, âlem içre âlemler, devran üstü devranlar bulunduğunu fark ederdi. İnsan buradaki yolculukta mesafelerin yürüdükçe açıldığını görür, yol aldıkça yolların uzadığına şahit olurdu. Bu yolun ve yolculuğun sınırı yoktu. Dipsiz kuyulara benzeyen kapıların derinliği ölçülemezdi. Onun için “her ne arar isen kendinde ara” sözünün dillere pelesenk oluşu sebepsiz değildi. İnsanın cenneti de cehennemi de burada saklıydı.
Örtülü kapılar arkasında ne yaşandığını kimse bilmezdi. Günahları da sevapları da kapatırdı bu kapılar. İnsanoğlunun arka bahçesi olan bu yerlerde nice ahlar gizliydi, nice figanlar, nice elemler. İnsan acının da, sevincin de okkalısını sadece yalnızken, kendi kendisiyle kaldığında yaşardı. Dışa yansıyanlar, yüze vuranlar su kabarcıkları mesabesindeydiler. Başkalarının bildiğini zannettiği aysberkin ancak görünen kısmıydı. Asıl kısım o şahsın dağarcığında saklıydı. İşin güzel yanı o âlemlere başkalarının ayak değdirme şansı, göz kulak uzatma ihtimali yoktu. Öylesine teklifsiz, öylesine emin, öylesine şartsız, kayıtsızdılar. Hiçbir teknik buluş o sahalara henüz güç yetirememekteydi. Kişi isterse bir demir kafesin içindeymişcesine gözlerden, gönüllerden nihan olarak dilediğince yürüyebilirdi kendi deryasında. Bu bölge tamamen kişiye özel, hür ve bağımsız bir nüfuz alanıydı. İnsanın geçmişi orada gizliydi. Yaşanmışlığın haritası milimetrik ölçekte burada kayıtlıydı.. Geleceğe dair beklentiler, tasavvurlar, hayaller de ancak orada muhafaza altındaydı.
İnsanlar, ayıplarını kusurlarını, hata ve sevaplarını en iyi kendileri bilirlerdi. Ama âlem halklarının önüne çıktıklarında bunları örtmeye, kendilerini olabildiğince ak pak, masum, mazur göstermeye gayret ederlerdi. Bu ezeli kuraldı. Onun için “kabahat de gizli, ibadette de” demişlerdi. Ama kapıları kapatıp da can mülküyle başbaşa kaldığında hesaplaşma başlar, soruşturma defterleri açılırdı. İnsan kendi nefsi ile orada yüzyüze gelir, kendi dosyasını açıp okumaya başlar, kendi hakemliğininin önünde kendini sıgaya çekerdi. Savunma faslı burada devreye girerdi. Hem davalı, hem de davacı olan aynı kişiydi. Bazıları nefislerine karşı alabildiğine zalim celseler açar, hükümler verirken, bazıları da nefsine karşı son derece esirgeyici, son derece bağışlayıcı ve insaflı davranırdı. Bazen bu mahkemede kişi kendi adına hafifletici sebepler, mazeret kılıfları, iyi hal kâğıtları hazırlar, çoğu zaman davayı kendi lehine yontacak hükümleri yakalar, neticede kendi beraatına karar verirdi.
Bazen kendini yargıladığı, ceza pusulasını kestiği de olurdu. O zaman insan kendi içinde bir girdaba düşer, ne yapsam da kendimi temize çıkarsam diye telaşa kapılırdı..
Bir sanatçı için o kapılar hayale, kurguya, tasavvura, tahayyüle, renge, şekle, sese açılırdı. Orada hayaller alabildiğine geniş enginlerde kanat çırpar, imkânsızı imkân dahiline sokar, uzağı yakın ederdi. Bütün sanatkârane yapıp etmelerin nüvesi orada saklıydı. Zira ilhamın da membaı orasıydı. Sadece sanatkâr için değil, herkes için orası bir atölye, bir imalathane idi. En uçuk hayallerin, en olmaz akıl yürütmelerin, en titiz aritmetik dökümlerin orada çetelesi tutulurdu.
Herşey kapalı kapılar arkasında pişirilip kotarılır, yazılır bozulur, düzeltilir karalanır, en nihayetinde derunda pişen lokmalar, ele avuca, kaleme fırçaya, notaya, işe, emeğe dökülür, hesaba, kitaba, kâğıda, cetvele aktarılır, bu şekilde gün yüzüne çıkarılırdı. Teorinin, tasarının, olduğu kadar pratiğin de mutfağı oradaydı.
Plan ve projenin binbir çeşidi orada üretilir, icat ve keşifin ilk çekirdeği oraya düşer, önce orada boy atıp filiz verirdi. İlim adamı günlerce o arazide köşe bucak dolaşır, artıyı eksiyi yoklar, tüccar alacak verecek hesapları ile gelecekle gideceğin çetelesini önce orada tutardı. İdareci ve bürokrat en baba kararları orada alır, ince ayar siyaset ilmini o merkezde evirip çevirirdi.
Kimilerinin hesabı derindi. Kimileri büyük düşünür, büyük hedefler peşinde koşarken, kimileri olmayacak fikirlerle oyalanır, gerçekleşmeyecek hayallerle zaman geçirirdi. Hile hurdanın, entrika ve desisenin, riya ve çirkefin sunturlusu burada kalıba dökülürdü.
Asıl insan orada gizliydi. Sokakta yürüyen, otobüse binen, fabrikada çalışan, ders anlatan insan kılıfa girmiş, üniforma kuşanmış insandı. Kişi, o özeldeki kimliğine bir perde çekip, benliğinin kapılarını sıkıca kapatıp, anahtarını da bir çekmecede kilit altına aldıktan sonra ele karışır, kitle ile buluşur, o beşeriyet denilen büyük nehrin sularına katılırdı. Bu yolla dünyayı bir parçasından yakalar, hayat sahnesindeki yerini alırdı. Bazı insan sarrafları, bu âlemden sızan huzmelerden ve bazı ip uçlarından yola çıkarak gizli hesapları köşesinden bucağından da olsa okuyabilir, çeşitli tavırları yorumlayabilir, görünürdeki işaretlerden hareketle birçok şeyi sezinleyebilirdi. Ama yine de derunda olup bitenlerin sonuna kadar anlaşılıp kavranması mümkün değildi.
Zira insan değil başkaları için, bizzat kendisi için bile bir muamma, bir meçhul hükmündeydi. O, çok bilinmeyenli bu denklemin bazı yapı taşlarını yaş aldıkça gücü nisbetinde kavramaya çalışırdı.. Sadece kapıların içi değil, dışı da yaşandıkça belli bir oranda keşfedilse bile aslında herkes için bir sır hükmündeydi. Onun için “bâb-ı esrâr (=sırların kapısı)” terkibi insanoğlunun bu yanını en iyi şekilde ifade etmekteydi.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Sayın Belkıs Hocam,bu güzel,içe işleyen satırlarınız ve bizlerle paylaştığınız için,her cümlenizde ayrı bir aleme götürdüğünüz için.Sonsuz teşekkürler,Saygı ve hürmet dileklerimle. (mine ülger)