Türkiye, Asya ile Avrupa’yı birleştiren verimli bir coğrafya üzerinde kurulmuş bir ülkedir. Üç tarafı denizlerle çevrili olan bu topraklar, aynı zamanda tarihin ilk yerleşim yerlerinden biri olmak özelliğini taşır. Bir çok medeniyete kucak açmış bulunan bu diyarın katmanlarında asırların birikimi, havasında kadim zamanların esintisi hissedilir. Yüce dağları, dağ silsileleri, derin vadileri, göz alabildiğine uzanan verimli ovaları, irili ufaklı gölleri ve akarsuları ile bu cömert tabiat; dört mevsimi yaşamaya imkân verir. Türkiye; tabiat varlıkları, tarihî zenginlikleri ve stratejik önemi ile hem dostunun hem de düşmanının imrenerek baktığı bir yeryüzü cenneti hüviyeti arz eder.
Eskiler “şeref-ül-mekân bi-l-mekîn” (mekânın şerefi o mekânda oturanlar dolayısıyladır) derler. İnsan yaşadığı yerin, teneffüs ettiği havanın rengine bürünür. Beşer, gözünü açtığı, ekmeğini yediği, suyunu içtiği iklimde özünü, şeklini bulur. Yaşadığı yerin tezgâhında dokunur. O tezgâhı da nesiller asırlar boyu ince ince işleyerek inşa ederler.
Yahya Kemal :
“Irkın seni iklimine benzer yaratırken” mısraı ile coğrafyanın karekterimizi, kaderimizi belirleyen çok mühim bir unsur olduğunu söyler. “Coğrafyan kaderindir” sözü ne doğru bir sözdür. Nitekim yaşanılan ortamın insanın davranışlarını ve psikolojisini değiştirdiği bilinir. .
Bizler hem kendi birikimlerimizi bu topraklara katarak hem de ona katılarak bir vatan kurduk. Her köşeye her bucağa yaşanmışlığımızın çizgileri sindi. Tüten bacalarımızla, yanan ocaklarımızla bu vatan can buldu. Şehirler, beldeler, köyler insanımızla bereketlenip, şenlendi. Gerçi Türkler oldum olası çok mütevazi evlerde, çok mütevazi şartlar altında yaşadılar. Ama her yöre o yerin iklim şartlarına, hayat alışkanlıklarına, kendine has ihtiyaçlarına göre oluşmuş yerel bir mimari ile yapılanarak; kimliği, kişiliği olan bir konuma ulaştı. Bu yerel mimari son yüz yıldır peyderpey bir kıyıma uğradı. Bu da yetmedi. Türkiye’nin doğusu batısına, köyler şehirlere, küçük şehirler daha büyük şehirlere akar oldu. Zamanla mührümüzü taşıyan o yerel dokuyu yıkıp da yerine rastgele serpilmiş görüntüsü veren uzunlu kısalı, farklı renk ve şekillerde, ucuz ve zevksiz apartmanlar koyduk. Birbirini ruhsuz bir şekilde tekrar eden, töresiz, adapsız ve niteliksiz il ve ilçe müsveddeleri ortaya çıktı. İnsan için yapıldığı halde insanı hesaba katmayan, insanın üstüne üstüne gelen bina yığınları içimizi kararttı. Birbirinin hava koridorlarını, güneşini, ışığını, manzarasını kesen ve karşılıklı iki duvar gibi yükselen apartman silsilelerinin arasında alabildiğine uzayıp giden daracık sokak veya cadddeler bir kasvet gibi üzerimize çöktü.
Bu çarpık yapılaşmanın öznesi olan insanların genel ahvali de bu yapılaşma kadar talihsizdi. Ortaya çıkan tablo hazindi. Yeşil alanı, açık alanı, meydanı, yürüyüş güzergâhları, spora alanları bulunmayan bu bedbaht semtler, barındırdıklarına dünyayı dar etti. Yerinden yurdundan kopmuş, büyük şehirlerin yoğun hayat kavgaları, gürültülü dağdağaları içinde kaybolmuş yalnız insanlar..Kendisine yabancılaşmış, bazen zaruri bazen ihtiyari sürgüne uğramış yığınlar.. Şirazesini kaybetmiş, asık yüzlü, kavgacı veya içe kapanık kalabalıklar.. Canı gövdesine yük olmuş yitik hayatlar, ziyan zebil ömürler, aşınmış değerler, köklerinden kopmuş gurbetzedeler, gurbetzedeler….
Ülkemizde Devlet İstatistik Enstitüsü’ne göre 34.600, (İçişleri Bakanlığı’na göre 35.200) köy, 957 ilçe ve 81 şehir bulunmaktadır. Fakat gelin görün ki, bu yerleşim bölgeleri katmer katmer sıkıntıları da beraberinde taşımaktadır. Bilhassa büyük şehirler bir yazboz tahtasına dönmüştür. Bu günbegün değişen görüntü ve gelişigüzel büyüyen doku sadece bir şehrin tarihî kimliğini değil; geçmişimizi, kişisel hafızamızı da elimizden almıştır. Kendi mahallemizde, koşup oynadığımız sokaklarda ve artık olmayan evimizin önünde bir yabancı gibi dolaşmakta, boşuboşuna baba ocağımızdan, dünyaya ilk adımlarımızı attığımız sokaktan, bir nişan, bir iz aramaktayız. “Her şey bana yabancı her şey başka biçimde” dedirten bu durum bize bizden bir şey bırakmamıştır. Silinen sadece hafıza kayıtlarımız değil; çocukluğumuz, ilk gençliğimiz, kısacası kaybolan cennetimizdir.
Batı ülkelerinde, büyük yangınlar, savaş, istila ve zelzelelerle şehirler zaman zaman kısmen veya tamamen yıkılmış, o şehri yeniden inşa etmek zarureti doğmuştur. Bazen de Paris örneğinde olduğu gibi şehri daha güzel ve yaşanılır kılmak adına yeniden planlayıp imar etmek söz konusu olmuştur. III.Napolyon döneminde Baron Haussmann (1809-1891) Paris’I projelendirmiş, şehir bu plan çerçevesinde yeniden vücut bulmuştur. Ahalinin önemli bir bölümü, bilhassa göçmenler şehrin etrafında bulunan banliyölere kaydırılmış, böylelikle Paris’in içindeki nüfus yoğunluğu dengelenmeye çalışılmıştır. Şimdi de şehrin dışında modern ve yüksek yapılardan oluşan yeni semtler teşekkül etmekte, ama asıl Paris’e asla dokunulmamaktadır. Büyük Londra yangını (1660) bu şehri yerle bir etmiş, ondan sonra şehir bir plan çerçevesinde yeniden imar edilmiştir. Bu yeniden yapılanma örnekleri, tarihî doku ve tabiat varlıkları esas alınmak kaydıyla şekil bulmuştur.
Bütün Batı ülkelerinde illeri, ilçeleri, köyleri olduğu gibi muhafaza etmek zorunluluğu vardır. Buna mukabil, o yerleşim alanının yakınındaki boş alanlara hesaplı kitaplı bir şekilde yeni modern binalar, kasabalar ve semtler ilave edilmektedir. M.S. 10. 11. 12. asırdan ve Orta Çağ’dan kalma köyler, ilçeler ve iller kapı tokmağından, pencere demirine kadar aynen korunmakta, gerektiğinde restore edilerek mesken, dükkân, sanat atölyesi, lokanta, kafe, butik otel, pansiyon, akademi, üniversite gibi amaçlarla kullanılmaktadır.
Van depremi, ümit ederiz ki tarihimizde bir milat olur. Nitekim bu vesileyle sağlam zemin üstüne sağlıklı binalar yapılması ihtiyacı bir kere daha gündeme gelmiş, bu çerçevede “kentsel dönüşüm” ibaresi sıklıkla telaffuz edilmeye başlanmıştır. Şehir planlamacıları, mimarlar, inşaat mühendisleri, sosyologlar, psikologlar, tarihçiler, ziraatçiler, orman mühendisleri bu konuda el ele verip kararlar almalı, projeler üretmelidirler. O yerin ihtiyaçları, coğrafi, tarihî ve ekonomik şartları ile yakın ve uzak geleceği hesap edilerek yeniden imar faaliyetine geçilmelidir. Ne yazık ki Safranbolu, Beypazarı, Mardin gibi elimizde kendini olabildiğince muhafaza eden birkaç yerleşim yeri kalmıştır. Bugünkü halde elde kalanları kurtarmak, restore ederek bir şekilde hayatla buluşturmak mümkün görünüyor. Avrupa’da her semtte gezilse iki üç günde ancak bitirilebilecek devasa parklar bulunur. İnsanlara nefes aldıran, spor, eğlence ve kültürel faaliyetlere imkân veren böylesi parklar bir lüks değil; bizler için de bir zarurettir. Bu yeşil alanların getirileri saymakla bitmez. Büyük parkları, koruları ve ormanları olmayan bir yerleşim alanı düşünmek abesle iştigaldir desek sanırım fazla iddialı olmaz.
Son yıllarda biraz biraz el atılmış olmakla beraber köylerimiz bir cazibe unsuru olmaktan çok uzaktır. Onları da pilot köy projeleri gibi yeni projelerle teker teker ele almak, tabiatın ortasında, tabii bir hayat yaşamak nimetini modern tarım ve hayvancılık gerçeği ile buluşturmak zor değildir. Köyleri sağlık ve eğitim hizmetleri başta olmak üzere medeniyetin bütün nimetlerinden yararlanır hale getirmeye çalışmak hepimizin üzerinde bir borçtur.
“Kentsel dönüşüm” uygulaması Türkiye için bulunmaz bir fırsat, kaçırılmaz bir kavşak noktası olacaktır. Bu konuda küçük çaplı değil, büyük ve radikal adımlar atılmalı, şuurlu bir değişme yoluna girilmelidir. Evleri adacıklar halinde tek tek ele alıp yeniden yapmak yerine o semti, o ilçenin tamamını, o şehrin bütününü göz önünde bulundurarak hazırlanmış kapsamlı bir projeyi hayata geçirmek akılcı olur. Sokakları, mahalleleri ve semtleri sonradan birbirine eklemlenenen bağımsız birimler olarak değil de; bir bütünün parçası olarak düşünüp ele almalıdır Sağlam zeminde, estetik, o yerin yerel dokusuyla tabiat şartları ve hayat alışkanlıkları ile uyumlu, ortak alanları, meydanları, alt yapısı, ulaşım şartları ve de illa da yeşili, illa da yeşili olan planlar üretilmelidir. Bu hususta dünyadaki şehirleşme modelleri ile tecrübe edilmiş usuller gözden geçirilmeli, yanlışlardan ders alarak, doğrulardan hisse kaparak hareket edilmelidir. “Büyük Türkiye Rüyası”nı hayata geçirmenin önemli bir basamağı da budur.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Sayin Gursoy bu yazisiyla vatanimizda yasayanlarin nekadar kendi elleriyle ve de cok defa mopdernlesme hevesi ile buyuk capta da taklitcilik olarak nekadar kendi bunyemize ters yapilanma ve yerlesme duzenine girerek kendimizden vazgectigimizi tasvir ediyor. Boylece de kendi mutlulugunmuzu kendi elimizle baltaladigimizi her zaman ki anlamli yazma huneriyle cok guzel dillendirmis. Aslinda her eskiyen yerlesim yerini yenilerklen en onemli hususun mevcuttan ogrenerek, baska medeniyetlerin de yaptigi gibi kalintilardan uretilmis modeller gelistirilerek yeniden canlandirilmasi yayilmak yerine bilmez ve tanimazlarin duzenledigi genel planlara uyarak degil bu mevcut orneklerden adim adim ve de yoklaya yoklaya yol almamiz, ayrica da cimentolasmak yerine yerin kendi dogasina uyan saglikli ve erkolojik yapi malzemeleri kullanrarak, mevcut yapi yontem ve becerilerini de kullanarak ulasmamiz daha iyi olmaz mi? Ancak boylece giderek kendimizi kaybetmek yerine kendi ruhumuzu canlandirmak ve onun mutlu olacagi atmosferi yaratmamiz olanak kazanir diyecegim. Maalesef bizde ozellikle buyuk kentler de cok carpik mpdeller gelistiriliyor. Yine ne kaldiysa kucuk yerlesimlerde kaldi. Onlardan ogrenerek yeniden ve saglikli bir yapilanmak dusunulebilir. Memnun olacak husus su ki yeni nesil mimarlari da bunun farkinda. Ancak bu isleri organize eden ve politikalar gelistirenler bunun farinda degil ve bilenleri de baltaliyorlar. Nedenini sorgulamak gerek. Velhasil kendimizi bulma sansimiz var diyerek umitlenmeyi yegliyecegim.
Tarihi dokuyu muhafaza etmek adına aslında herkese görev düşüyor; Vakıflar Müdürlükleri ve esnaflar da dahil olmak üzere. Vakıf malı olan / olmayan tarihi eserler bilinçsiz esnafımız ve vatandaşlarımız tarafından hoyratça tahrip ediliyor, adları değiştiriliyor veya yer değiştiriyor!!! Örnek mi? Erzurum merkezde “Dört Güllü Çeşmesi” bir vakıf malıdır ama mevcut yerinden “ortada kalıyor” diye kaldırılıp – evet yanlış okumadınız- yerinden kaldırılıp daha münasip bir yere !!! taşınmak isteniyor. Ne yazık ki itiraf etmek zorundayım : Bu konuda medeni ülkelerden çok gerilerdeyiz. Bu vesileyle, herkesi Erzurum ve bütün yurdumuzdaki tarihi eserlere sevgi ve saygı göstermeye davet ediyorum. Bu konuda öğretmenler, gazeteciler ve yetkililer birşeyler yapmalı. Kısa vadeli kar için bu ata dede yadigarlarına ihanet edemeyiz. Gelecek nesillerimiz bunlardan ilham alıp tarihi ruhumuzu hissedecekler çünkü.