Osmanlı İmparatorluğu 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça antlaşmaları ile ilk defa toprak kaybeder. Kendinden emin bir cihan devleti olan Osmanlı, bu yenilgileri hazmedemez. Kendisini sorgulama, sebepler üzerinde düşünme ve çareler üretme yoluna gider. Her hâlükârda kendisini değiştirmek ihtiyacını hisseder.
Neticede Lale devrinden itibaren çok sayıda yenilik hayata geçirilmeye çalışılır. 3. Selim, bürokratlarına “bu üstüste gelen yenilgilerin sebepleri sizce nelerdir? Şimdi ne yapılabilir?” Mealinde sorular soran bir anket tertip eder. Arkasından Avusturya’ya geçici elçi olarak gönderilen Ebubekir Ratip Efendi’den Viyana’daki müesseseler ve işleyiş düzenleri hakkında bilgi ihtiva eden bir rapor ister. Avrupa başkentlerinde ilk daimi elçilikler tesis edilir. Bu elçiler sefaretname, risale, layiha adıyla gittikleri yerler hakkında bilgi veren bir çeşit raporlar hazırlarlar. Yeni ordu kurulur. Okullar açılır. Avrupa’ya öğrenci gönderilir. Neticede 2. Mahmut, 1. Abdülmecit, Abdülaziz ve 2. Abdülhamit Han dönemlerinde bir çok yenilik hayata geçirilir. 1839’da Tanzimat fermanı ve 1856 da Islahat fermanı ilan edilir. Bütün bu çabalar, giderek kan kaybeden imparatorluğu yaşatma gayretleridir.
Bu yenilikler yukarıdan aşağıya doğrudur. Yani devletin ileri gelenleri, ihtiyaç duydukları için bir değişme çabası içine girerler. Halkın isyanı etmesi, ayaklanması sonucunda bir takım değişiklikler kuvveden fiile çıkmış değildir. Bu bakımdan Türk modernleşmesi Fransız ihtilâli veya bir Bolşevik ihtilâli gibi bir hüviyet arzetmez. Baştakiler gerekli gördükleri için bir takım yenilikleri uygulamaya koyarlar.
Tanzimat düalist bir karekter taşır. Bir ikilem doğurur. Hayatın her safhasında iki başlı bir uygulama giderek bir çok durumda kendisini gösterir. Mederesenin yanında yeni kurulmuş okullar, şeri mahkemelerin yanında Avrupa hukukundan yararlanılarak düzenlenmiş yeni mahkeme sistemi faaliyete girer. Bugün bile pek çoğumuz hem dinî nikâh ile hem de belediye nikâhı ile evlenmekteyiz.
Yenilikler bir sistem dahilinde, bir program çerçevesinde değildir. Bu dönemlerde uygulamaya konulan fasıllar; bölük pörçüktür. Oysa Batı medeniyeti bir bütündür. Herşeyden önce farklı bir zihniyet yapısından doğar. Arkasını bir felsefî sisteme, sanat ve ilim geleneği ile sağlam müesseselere dayar.
Yenileşme ihtiyacı zaruretten doğmuştur.Keyfî bir tercihten hareketle değil, yeniden toparlanıp güç kazanma, ayakta kalabilme endişesiyle ortaya çıkmıştır. Bu anlamda bir varlığını koruma mücadelesi olarak değerlendirilebilir.
Osmanlı’da bir zihniyet değişimi yavaş yavaş da olsa şekil bulmaya başlamıştır.
Devrin kalem erbabı bir taraftan Avrupa medeniyetini överken, bir taraftan da kendi eksikliklerimizle ilgili olarak kahırlanır.
Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm.
Dolaştım mülk-i İslâmı bütün vîrâneler gördüm
Diyen Ziya paşa, bütün bir neslin dramını özetler.
Birçok aydın ahlâkta, âdette, gelenekte kendimiz kalmak kaydıyla Batı’nın ilim ve tekniğini almak taraftarıdır. Nitekim eğitimden hukuğa, sanattan tekniğe kadar pek çok konuda değişmek adına Avrupa’dan kanun, usul, tedrisat almaya çalışılır. Ama o günlerde çoğu durumda modernleşme kavramından yeni yaşama tezahürleri, eğlenme ve hoşca vakit geçirme alışkanlıkları, kılık kıyafet ve moda gibi bahislerde Batılıları taklit etme keyfiyeti anlaşılır. Böylesine bir algılama şekli işin kolayına kaçmak, rahatını ve keyfini kollamak anlamıma geldiğinden makbul tutulmuş, benimsenmiştir. Zira ilmî tecessüs, çalışma disiplini, iş ahlâkı ve vazife ciddiyeti gibi konular ağır bedeller isteyen ve büyük sorumluluklar yükleyen hususlardır.
Bu şekilcilikte kalan değişme temayülü nesil çatışmalarını körüklemiş, nesiller arasındaki görüş ayrılığını ve “aydın!” ve “halk” ikilemini uçurum boyutlarına taşımıştır.
Aydın diye nitelendirilen birçok kimse kendi değerlerine yabancılaşıp, halka üstten bakmaya başlamıştır. Oysa aydından beklenen ülkesinin insani, kültürel ve ilmî kalkınmışlık seviyesine en uç noktada hizmet etmeye çalışmaktır. Bilgi üretmek ve bu bilgiyi toplumla ve kurumlarla paylaşmaktır.
Bu yenileşme çabaları eski adına her ne var ise kötü, yeni adına her ne var ise iyi gibi bir kabulü de beraberinde getirmiştir. Aydın(!) geçmişi karalayarak veya reddederek ülkenin geleceğini yeniden inşa etme tasavvuru gibi ham bir hayalin içine düşmüştür.
Oysa medeniyet sürekliliktir. Yahya Kemal, bu özelliği “imtidâd” terimiyle ifade eder. Her nesil taş üstüne taş koyarak, uzun asırlar içinde o topluluğu millet yapan değerleri oluşturur. Bu değerler; kadim vakitlerin haddesinden süzüle süzüle gelen uzun soluklu kazanımlardır. Arkamızda binlerce yıllık devlet tecrübesi, imparatorluklar kurma ve yaşatma geleneği ve en zor zamanlarda bile bir çıkış yolu bulup ayakta kalma pratiği mevcuttur. Bunu yok saymak veya paranteze almak aklen de, hissen de ilmen de kabil değildir.
Bu modernleşme adı altındaki uygulamaların nın neticesi olarak insanımız taklit ettiği, özendiği Batı medeniyeti ile kendi değerleri arasında sıkışmış; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle “eşik”te kalmış, “şirazesini kaybetmiş”tir. Toplumda taşlar yerinden oynamış, bir değerler kargaşası ve karmaşası ortaya çıkmıştır.
Servet-i Fünûn Edebiyatı mensuplarıyla başlayan arabesk hava başka başka kalıplara dökülerek günümüze kadar gelmiştir. Son yüz elli yılda bir eziklik ve yenilmişlik duygusu, bir nefse güvenmeme hali toplumun bütün katmanlarında yaşanır olmuştur.
Bu durum sadece bizim değil; ötekileştirilen, nesneleştirilen, edilgen bir durumda bırakılan bütün Doğu toplumlarının da kaderidir. Bu toplumlar gelişmek, basamak atlamak adına “benzemek” dolayısıyla “taklit etmek” yolunu seçmişlerdir. Kendisi olmaktan uzaklaşmak, farklı kültürlerle kendi kültürünün baskısı altında kalmak, kendi içinde ikiye bölünmek ciddi bir medeniyet krizi doğurmuştur. İranlı Daryüs Şayegân, “Yaralı Bilinç “ adlı aserinde bu durumu bir “bilinç yırtılması” veya “bir toplumsal şizofreni” olarak değerlendirir. Bu hâl, bütün Doğu toplumlarının ortak paydası olmuştur.
Sular akar akar durulur. Artık durulma, kendini yeniden kazanma dönemi gelmiştir. Büyük millet olma, büyük devlet olma kabiliyeti bizim genetik kotlarımızda yazılıdır. Bizlerde o potansiyel vardır. Ayrıca bizim benzemek için çabaladığımız Batı toplumları da günümüzde başta ekonomi olmak üzere pek çok konuda arızalıdır. Batı’da Modernizmin ve Postmodernizm’in yalnızlaştırdığı birey bunalımlıdır. Kendi içine kapanıp hapsolduğu için de ufukları daralmıştır. Bu toplumlarda egoyu şişirme, en uç noktada keyifli yaşama, haz alma, kendisi için yaşama, kendi menfaatini en tepe noktaya yerleştirme geçer akçe olmuştur. Bu bel bağlanılan hususlar; kısa vadede bir oyalanma vasıtası olsa bile derin manada bir tatmin ve iç huzuru sağlamaktan uzaktırlar.
Türkiye son yıllarda iyi bir rüzgâr yakaladı. Yüzyılların kavşak noktasında önümüze düşen bu tarihî fırsatın ve lehimize dönen talihin kıymetini bilmeliyiz. Toplum o kaybettiği güven duygusunu yeniden kazanmaya başladı. Şimdilerde bize düşen çalışma ve üretme kapasitemizi sonuna kadar harekete geçirmek, âileyi ve ahlâkı korumak, birlik ve bütünlüğümüzü devam ettirmektir.
Zira nice mazlum millet, nice başı eğik millet bizi bir işaret taşı gibi görmekte, bizden hız ve gayret almaktadır. Bizim ise insani değerlerimizi evrensel boyutlara taşıyarak dünya ile buluşturmak gibi bir yükümlülüğümüz vardır. Yeni bir dirilişin eşiğinde olduğumuzu farketmeliyiz.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Sayin Belkis hocanin, ulkemiz disinda ve yakininda olanlari ve de eski deneyimleri de kale alarak, buyuk bir samimiyetle ve icten gelen sesiyle yaptigi durum degerlendirmesine aynen katiliyorum. Bize kisaca tarif ettigi dis dunyadaki durum, kendi ulkemiz insani cin her bakimdan disariya bagimli olmadan kendi gelecegini eline almasi icin bir hatirlatma olarak degerlendirilmeli. Artik halkimiz eski devirlerdeki gibi unutulmus ve bir yana itilmis degil. Son yillar boyunca da yeterince bilinclendi ve cok guvenilir bir bicimde kendi durumunun muhasebesini yapacak duruma geldi. En onemlisi de kendi gucune ve buyuk capta henuz degerlendirilmemis potansiyeline guvenerek tabandan destekli iyi, saglikli ve guzel iliskiler icinde yasayan bir toplum yaratmak icin her turlu imkana sahip. Bu firsati en iyi bir sekilde degerlendirmenin de, ozellikle de Erzurum gibi birikmis saglam kulturu olan yerlerde, o yerlerin insaninin kendi elinde olduguna inananlardanim.
sayın hocam makalenizi okudum , yüzyılların kavşak noktasında önümüze düşen bu tarihi fırsatı lehimize çevirmek için , bizim de orjinal değerler üretmemiz lazım .Hem batının hem dünyanın arar olduğu insani değerleri . yine kendileri bulup ortaya çıkarmasınlar .Korkarım .Ortaçağ karanlığından nasıl çıktılar .