Yaz günleri; toprağın binbir çeşit çiçekle bezenişi, ağaçların binbir farklı nimetle donanışı, kelebeklerin binbir nakışla süslenerek kırlarda cevelan edişi, kuş nağmelerinin serenadı, ağustos böceklerinin hiç dinmeyen senfonisi masmavi gökyüzünde bütün azametiyle salınan güneşin yukarılardan göz kırpışı; kısacası hayatın dört bir koldan uç verişidir. İlkbaharla dirilen, can bulan mevcudatın muazzam bir ahenk ve bütünlük içinde çağlayışıdır. Yaradılıştaki hikmetin her bir nefesten sudûr ettiği bir şahlanış dönemidir bu aylar..
“Güz”; “sonbahar”, “hazan” diye adlandırılan üç aylık zaman dilimi ise nedense insanoğluna zevali hatırlatır. Dökülen her yaprak, göçen her kuş, bir çöküşün bir tükenişin habercisidir sanki. Bu eyyamda solan tabiatla, soğuyan havayla beraber bir manada, insan da renkli kisvelerinden, parlak esvaplarından soyunup belli belirsiz, var da yok hâllere bürünür. Sonbahar biraz yalnızlık, biraz da hüzündür. Bir tarafıyla yaşlılığı ve ölümü hatırlatır. Bu safahatın rengi sarıdır. İlkbahar yeşilin, yaz kırmızının rengi olarak bilinirken; güzün sarı olarak algılanması bu sararıp solmakla alâkalı olsa gerektir. Yoksa beşer fıtratı, neşeden ziyade eleme mi meyillidir? İnsanoğlu ana renk olan hüzne daha mı yatkındır? Divan ve Halk şairlerimizin mahlaslarına bakmak bile bizlere bu konuda bir fikir verebilir : Firakî, Hüznî Hicranî, Gubârî, Hâkî, Zaifî, Sâilî, Fakîrî, Garîbî, Cüdâyî, Aczî, Mahvî, Helâkî, Cefâyî, Günâhî, Özrî., Garibî, Mahcubî, Gedaî, Hicrî, Mahzûnî, Figanî, Cevri, Dertli, Harâbâtî gibi takma adların her biri ayrı bir mahzun yürekten ses verir.
Ömrün güz mevsimi olan yaşlılık günleri bir anlamda gayelerin, sevincin ve ümidin azaldığı bir merhaledir. Bu menzilde hayat hız kesmiş, duraklamaya, hattâ gerilemeye yüz tutmuştur.
Yeryüzü serüveninin sonbaharı demek olan bu eyyamda yaşlılar; gözünü sık sık maziye çevirerek; kendi dünyevi maceralarının, ömür defterlerinin içinde seyrüsefere çıkarlar. Şahsi geçmişin encamı ile hemhâl olup, mazi içinde dönenip dururlar. Yaşanmışlıklar ile hesaplaşmak, hayatın muhasebesini yapmak, yekûnlarla uğraşmak demidir şimdi. Zira bütün teselli ve mutluluk noktalarının kayıtları zihin dağarcığında saklıdır. Bilinmez bir kuvvet onların zihni ve ruhi melekelerini devamlı surette hatıraların bahçesine çeker. Bu ikinci çocukluk, biraz da birinci çocukluğa dönme vaktidir. Hafıza meşheri içinden daha çok çocukluk ve ilk gençlik yılları seçilerek bu mesut limanlara demir atılır.
Yaşlılar; çoğu zaman güz günleri ile kendi aralarında bir paralellik kurup, kaybolmakta olan diri zamanların, gümrah çağların metemini tutarlar. Çaptan düştüğünü, kuvvetten kesildiğini görüp de elden çıkanlara eseflenirler. Biraz da inziva demek olan bu vakitler; insanın kendi ile ilgili ümitlerinin yavaş yavaş sönmeye yüz tutması, alınacak yolların, varılacak hedeflerin giderek azalması, hayal havuzlarının suyunun çekilmesi demektir.
Yaşlılık bir başka cepheden bakıldığında da; olgun bir pencereden zamanı seyre dalmak, hadiseleri tecrübe ve aklın süzgecinden geçirerek yorumlamak, varlığın dar adesesinden kurtulmaktır. Çılgın ve kör koşuşturmalara, kıyasıya mücadelelere, arkasını seçemeden önüne göremeden atılan dolu dizgin hamlelere nokta koymaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde ahir ömür; sahte gündemlerin, içi boş gailelerin, beyhude ümitlerin, hepsini geride bırakıp selamete çıkmak, huzura ermek, yaradılış karşısında bilgece bir duruş kazanmaktır.
Aslında sonbaharın hüzne davetiye çıkardığını düşünmek belki de bir bahanedir. Zaten nereden bakarsanız bakın, beşer; oldum olası “melâl”e yazgılıdır. Çünkü o, “bu iki kapılı handa” güldüğünden fazla ağlar, sevindiğinden fazla üzülür. Neredeyse saf neşe sadece çocukluğa hastır. Yetişkinlerin neşesi biraz da acıyla harmanlanmıştır, ıstırabla bulanmıştır İdrak seviyesi arttıkça, düşünce ve his boyutları genişledikçe çilenin sınırları da büyür. Zira kendimizin”dikensiz bir gül bahçesinde” tasasız bir ömür sürdüğünü varsaysak bile uzak yakın çevremizin nice elemlerin girdabında günü devirdiğini, nice kahrın pençesinde karanlık geceyi sabaha erdirdiğini biliriz. Aslında insanı insan kılan en asli özelliklerden biri de bütün bir mahlukat karşısında duyarlı olmaktır. Her ne kadar sadra şifa olunamasa da âlemin derdiyle dertlenme, gücü yetebildiği ölçüde gayrılara el verme matlup olan değil midir?
Sanatkârın da melâlden beslendiği, ilhamında ve üreticiliğinde hayatındaki arızaların itici rol oynadığı bilinir. Haşim “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” derken, melâlin bütün yakıcılığına rağmen yapıcı bir yanı olduğunu da söylemek istemiştir. Melâl; sertleri törpüler, katıları yumuşatır, hamları oldurur. İnsandaki insanlık cevherini damıtmakta, açığa çıkarmakta başat bir rol oynar.
Sonbaharın hüzne, kedere kapı araladığını söyledik. Bir başka gözlükle bakıldığında ise bu yorum şekli yanıltıcıdır. Zira sonbahar çiftçiler için hasat vakti, ürün kaldırma vakti, bağ bozumu vaktidir. Bu vakitleri Antik Çağlar, insanlık kültür tarihinde neredeyse kutlu bir zaman dilimi olarak idrak etmiştir. Harman zamanı; ekilenlerin biçilme, yetişenlerin toplanma zamanı olup; tam da hayattan kâm alma safhasıdır. Güz; betin bereketin, bolluk ve tokluğun vaktidir. Sonbahar aynı zamanda dünya evine girme, düğün yapma vaktidir de.
Eski Yunan’da bu mevsimde büyük eğlencelerin ve yarışmaların tertip edildiği bilinir. Bağ bozumu şölenlerinin; Antik tiyatronun doğuşunda rol oynadığı söylenebilir. Eski Mısır, Mezopotamya ve diğer kültürlerde de bu eyyam “hasat mevsimi” olarak büyük bir coşkunluk ve görkemli şölenlerle kutlanmıştır.
Günümüz için de güz günleri; yazın rehavetinden, çıkıp yeni telaşlarla buluşma vaktidir. Bu demler; okulların açılması ile sokakların kuş cıvıltısını andıran çocuk sesleriyle dolması, sıcağın etkisiyle gevşeyen insanın yeni bir hamle gücüyle hayatın ipine, işin eteğine sıkı sıkıya yapışması zamanıdır.
Sonbaharın hüzün verici olarak yorumlanması, yaşlılığın sıkıntılı bir durum olarak algılanması izafidir. Her günün, her yılın, her mevsimin güzelliği getiri ve götürüleri farklıdır. Atılan her adımda, varılan her menzilde, alınan her mesafede kayıp hanesi kadar kazanç hanesi de söz konusudur. Kaldı ki; sadece zaman değil; zamanın içine sığıdırdıkları da bakan göze göre değişir. Neleri yaşadığınız kadar yaşadıklarınızın içinden nasıl da çıkıp geldiğiniz önemlidir. Burada kişilik farkları, zihni donanım, ruh olgunluğu dediğimiz hususlar devreye girer. Kimisini yıkıp geçen hadisat, kimisi için yeni sürgünler vermek adına bir vesile teşkil eder. Ölümün soğuk yüzünün Mevlana için bir “şeb-i arûs” oluşu manidardır. Burada sözü kahrı ve lütfu birleyen Koca Yunus’un iki dörtlüğü ile bağlayalım :
Hoştur bana senden gelen
Ya gonca gül, yahut diken
Ya hilâttır, yahut kefen
Nârın da hoş, nûrun da hoş
Miskin Yûnus sana kuldur
İster ağlat, ister güldür
İşter şâd et, ister öldür
Nârın da hoş, nûrun da hoş..
Nar ile nuru birlemek her babayiğidin kârı olmasa gerek.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Sevgili Belkıs Hanım gibi değerler kaynağı Erzurum’a selam olsun…
Değerli Hocam, yazılarınızla içimiz aydınlanıyor. Kaleminize sağlık…Narı da nuru da hoştur elbet…Selam ve sevgi ile…
Sevgili Belkıs ablam, birbirine insanlar “Allah senden razı olsun” derler ama acaba Allah’tan razı mıdırlar? Kaderlerine boyun eğebiliyorlar mı? Bu, dediğin gibi babayiğitlik. Sevgiler…