Son yıllarda milletçe edindiğimiz en yaygın alışkanlıkların başında televizyon seyretme merakı geliyor. Televizyonlarımız; evimizin rakipsiz hükümdarları, baş köşelerin taçsız sultanları, danteller, işlemeli örtülerle bezediğimiz, önünde saatlerce mıhlanarak oturduğumuz kutular, eğlenme, dinlenme, öğrenme, kılavuzlarımız. Hanemizde söz sahibi, zamanımızda hak sahibi, dünyamızda pay sahibi aletlerimiz. Bizler sadık seyirciler, yılmaz dinleyiciler olarak hayatımızı bu en başat medya unsuruna bağlayarak yaşıyoruz.
Televizyonlardaki diziler ise adeta bir salgın hastalık gibi bütün kanalları ve evleri istila etmiş durumda. Sıkı bir şekilde takip edilen bu periyodik oyunlar; hayatımızın neredeyse vaz geçilmezleri olarak egemenliklerini keyiflerince yürütür oldular.
“Susun benim dizim başlıyor!” “Ayşe hanım falanca diziyi seyrediyor musun? Filanca dizi de çok güzel, oradaki kıza çok acıyorum. Gariban lime lime oldu. Ama oğlan da çok yakışıklı, bakalım sonları ne olacak”. “Ayol bizim evde perşembe günleri saat on dokuz otuz dedin mi hayat duruyor. “Abla, ben de senin diziyi seyretmeye başladım. Çok haklıymışsın, çok sürükleyici, hele oradaki yalı yok mu o yalı, o yalıya bayılıyorum. Tam da gönlüme göre. Ayol insanlar ne hayat yaşıyorlar da bizim bir şeyden haberimiz yok, o ne lüks, o ne ihtişam, ahçılar, şoförler, mücevherler, kıyafetler, adam dersen kadının ağzına bakıyor, bir dediğini iki etmiyor, biz de yaşadık diyeceğiz, çoktan ölmüşüz de haberimiz yok. Hâlimize vay ki vay,” “Oğlan Kurtlar vadisi gibi vurdulu kırdılı filmleri seyrediyor, benimse o kadar çok kötülüğü içim almıyor doğrusu, romantizm seviyorum, akşamları yandaki odaya geçip benim emektar makinadan kendi dizimi seyrediyorum. Babamız, ille de tartışma programları istiyor, o da sağ olsun, oldu bitti, Nuh der peygamber demez ya, o da yatak odasındaki küçük ekranda keyfine göre takılıyor. Geçenlerde Müşerref, ‘her eve ailedeki fert sayısı kadar televizyon şart’ dedi. Kızın hakkı var, kavga, çekişme olmadan akşamları herkes gönlünce kanal gezip, dilediğince turlayınca ortada senin benim davası da kalmıyor.” Şeklinde uzayıp giden konuşmalar, sohbetlerin tuzu biberi ve ana malzemesi olmakta devam ediyor.
Televizyonkoliklerin; “dizi seyretmekle kime en zararım oluyor, dedikodu etmiyorum, fitne fesat üretmiyorum. Evimde masum bir şekilde eğleniyor, hoşca vakit geçiriyorum. Hayatımı renklendiriyor, beni dünyaya bağlıyor, zaten ömür kitabımızın başka bir zenginliği, başka bir ufku da yok. İcat edenlerden Allah razı olsun.” Şeklindeki savunmalarının haklılık payı yok değil, vatandaş ucuzundan eğleniyor, dinleniyor, oyalanıyor, dünyadan haberdar oluyor, olup biteni takip ediyor. Belgeselleri seyrediyor, genel kültür, tarih, coğrafya, tıp, sağlık bilgisi, arkeoloji, sanat tarihi gibi nice konularla dağarcığını besliyor. Oturduğu yerden dünyanın her yerine sanal turlar düzenleyip, başka âlemlerin aşinası oluyor. İyi, faydalı, güzel olanı en kolay yoldan kazanıyor. Bu gözle bakınca kötülük bunu neresinde..
Evet, bir bağımlılık hâlini almadıkça, ekran bizi esir almadıkça, her şeyde olduğu gibi bu hususta da ölçüyü kaçırmadıkça modern zamanların masalları, mesnevileri olan bu diziler de faydadan hali değil. Ama bir de işin farklı boyutu var. Dizideki hayatı gerçek hayatla karıştıran, oradaki zengin, renkli, hareketli dünyalara bakıp da kendi hayatını yavan, tatsız, neşesiz bulan, bu sebeple mutsuz olanların sayısı hiç de az değil. Diz kahramanları ile özdeşleşenler, onlarınkine bakarak kendilerine pay biçenler, kaderlerine küsenler söz konusu. Dizilerin bizlere sunduğu yalan dünya, bazılarımız için gerçeklik âlemine dönüşüveriyor. Dizi isimleri ile dizi kahramanlarının adlarının bile iş yeri ve insan ismi olarak yaygınlaştığını hatırlarsak bu iddiamız mesnet kazanmış olur. Şahin Tepesi, Ceyar’ın Yeri, Asmalı Konak gibi daha nice isim bu yansımayı gösterir.
Oysa her şeyin hak ettiği ölçüde yer tutması, gerektiği kadar değer bulması beklenmez mi?
Zihnî melekelerimizi daha aktif kılacak verimli faaliyetlerle vakit geçirip; daha üretken olacağımız meşgaleler bulabiliriz. Sınırlı ömür sermayemizi, kendimiz ve çevremiz adına daha hayırlı ve bereketli çalışma alanlarında harcayarak taçlandırabiliriz. İnsanın üretebildiği nispette mutlu olduğunu da akıldan çıkarmamalıyız.
Diğer yandan spor, sportif faaliyetler ve maçlar elbetteki önemlidir, ama Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek kaydıyla. Spor adamlarının çeşitli insanlık hâlleriyle, iniş ve çıkışlarıyla ilgili haberlerin ısrarla öne çıkarılması, maç öncesi ve sonrası yorumların dünyanın en hayati meselesi imişcesine gündemi işgal etmesi kabul edilemez. Popüler olana rağbeti besleyecek magazinel haber furyası; ülke ve insanlığın temel problemlerinin önüne geçmeyecek bir ölçekte yer tutmalıdır.
Bunun yanı sıra hayati, elzem, en başat diğer pek çok meselenin halının altına süpürülerek, sanki ısrarla gözden ve gönülden ırak tutulmasıdurumuyla karşılaşıyoruz. Gündemi belirleyen hususların önem hiyerarşisi içinde sunulması beklenirken; kamuoyu bir incir çekirdeğini doldurmayacak konularla, sansasyonel haberlerle afyonlanmaktadır. Toplumun ciddi ve sahici konuların uzağına düşürülmesi, medyanın yönlendirmeleri doğrultusunda bir kamu bilinci, kamu vicdanı, kamu dünyası oluşturulmaya çalışılması bir ülke adına endişe vericidir.
Her devrin getirileri, götürüleri, icapları farklıdır. Bu itibarla bu yalın gerçeği göz ardı etmeksizin yaşadığımız çağın şartları ve imkânları içinden konuşmak mecburiyeti vardır. Telefon, telsiz, bilgisayar, internet, televizyon ve bunun gibi yakını uzak eden, bir tuşla dünyayı avuçlarımızın içine indiren sihirli değnekler bu çağın gereklerindendir. Bunlardan kaçış olmadığı rahatlıkla söylenebilir, ama ölçüyü korumak, dengeleri muhafaza etmek şartıyla..
Günümüzde bir taraftan iletişim kanalları baş döndüren bir hız ve kolaylıkta iken bir taraftan da bu araçların çokluğuna rağmen, topyekûn bir iletişim kopukluğu ve giderek daha fazla yalnızlaşmaya doğru bir gidiş söz konusudur.
İnsanların birbirlerinden, çevreden, okuyup duyduklarından ve yaşadıklarından etkilenmesi normaldir. Fakat insan bütün etkileri yoğurup kaynaştırarak, hazmedip özümseyerek hepsinin üzerine çıkar ve kendisini bulur. Kendi doğrularında, hüküm ve yargılarında bütün bir geçmiş tecrübe ve birikimlerle, hâlihazırdaki şartların etkisi vardır. Ama insan kendisini onlardan farklı ve üst bir yere koyabildiği, kendi aklıyla düşünmeyi ve karar vermeyi öğrendiği zaman kendi olur. Toplum genelinde kendi mantığı ile düşünen, araştırıp sorgulayan, öğrenme merakı olan, öğrenme ve öğrendiğini süzgeçten geçirmeye çalışan insanları yetiştirmeyi hedeflemeliyiz. Yoksa rüzgâr hangi taraftan güçlü eserse o tarafa doğru gidenler, akıntıya göre kürek çekenler, duygu ve hevesleri akıllarının önünde gidenler, kimin arabasına binerse onun türküsünü söyleyenler, akşamdan sabaha değişenler; sağlıklı bir toplumu oluşturamazlar. Mesele hak bildiği yolda yalnız gidebilecek zihnî ve ahlaki salabetteki insanların sayısını çoğaltmaktır.
Eskilerde fertler arası tecrübe, görgü ve bilgi paylaşımı ile her türlü beşerî alış veriş haneleri yuva yapan sıcaklığı sağlardı. Akşamları aile içinde sohbet edilir, büyüklerden masal, hatıra, hikâye dinlenirdi. Her ev; o topluluğu millet kılan değerleri bu aile meclislerinde çoğu zaman görerek, duyarak yaşayarak, tabii bir biçimde soluyarak, öğrenirdi. Birlikte okunan kitaplar, beraber dinlenilen menkıbeler ve mesneviler içine yedirilmiş olduğu hâlde insani, ahlaki, dinî ve millî değerleri verirdi. Zaman zaman farklı evlerde toplanılıp bir mîr-i kelâmın halkasında sohbet edildiği de olurdu. Toplulukla birlikte olmaktan, bir ve bütün olmaktan, gayrılarla hem-meclis bulunmaktan doğan sıcak atmosfer ve sinerji fertleri sarardı. Zira insan birbirine sadece sözüyle değil; hâliyle de tesir eder. Bu hâl ise genellikle hâl ehli olanlarla birlikte olmak, beraber vakit geçirmek suretiyle kazanılır.
Yüz yüze olmanın getirdiği etkileşimin yerini teknoloji ile doldurmak kabil değildir. İlk insandan beri insanoğlunun temel ihtiyaçları hiç değişmeden aynı kalmıştır. Sevmek, saymak, güven duymak, inanmak, bağlanmak, paylaşmak ve yekdiğerine muhtaç olmak herkes için kaçınılmazdır. Bu ortak paydaların zaman ve mekân üstü olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu itibarla günümüzdeki yaygın iletişim araçlarının gerçek manadaki iletişime sekte vurduğu, insanı kendi olmaktan uzaklaştırdığı gerçeği ortadadır.
Aynı zamanda birer nimet olan bu teknik imkânları birer külfet durumuna getirmemek, menfi tesirlerini hiç değilse azaltmak bizlerin elindedir. Belli programları ve saatleri seçerek ölçülü ve hesaplı bir teknoloji kullanıcısı olmak elimizdedir. O hâlde bize onu kararında kullanmak ve gerektiğinde de nokta koymak iradesini göstermek düşüyor.
Bu konuda yetkililerin sorumluluk sahibi olduklarını gösteren tutumlar sergilemesi gerekiyor, seyirciler bilinçsiz olsa bile. Kötülüğün yayılması iyiliğin yayılmasından daha kolaydır, bu yüzden gerekli olmadıkça kötülüğün anlatılmaması gerekiyor. Ayrıca çağımızda eksik olan rafine zevk ve davranışlar anlatılmalı ki örnek alınsın. İnsanlar ancak bu şekilde doğruyu benimser ve onunla hemhal olurlar.
Sayin Belkis hoca, son derece hassas ve herkesin kendi durumunu kendi aynasinda gorup yuzlesmesi gereken bir konuya deginmis. Iletisim teknolojisi mutlaka bu hizli gidisatin, olmazsa olmazi olsa da, gercek insani iletisimi yok edercesine bir hizla ilerlemesi, insan benligini saha kenarina iten bir guc olusturmakta ve insanin, insani boyutunu daraltmakta dersek yanlis olmayacaktir. Oysa ki gunumuzdeki ana gereksinme kayboladuran insani boyutumuzu geri getirmek ve hatta derinlestirmek olmali. Sanirim olusaduran olaylar ve bir bakima bir tarafta teknoloji ileri giderken ve diger tarafta insan psikolojisindeki daralip-bunalma nedeniyle, insanin bu arantisi giderek canlanmakta ve insani cezbeden bir guc olmaya baslamakta. Yani giderek biribirlerinden ayriladuran kalp-gonul ile beyin-bilgi yollari bulusma egiliminde.