Erzurumî, eserinin girişinde Balkan faciasının ülke insanı üzerindeki yıkıcı tesirlerinden bahseder. Bu savaştan sonra Rumeli denilen vatan toprakları, bütün maddi ve manevi zenginlikleriyle birlikte elden çıkar. Binlerce sivil ve asker şehit düşer. Anavatana hicret eden kafileler ise bazen göç yollarında katledilir, bazen de şartların zorluğu ve hastalıklar sebebiyle kırılırlar.
Yazar, böylesine sancılı bir dönemde, bir gelecek tasavvuru içine girer. Bu yolla insanımıza ümit bahşetmek ve yol göstermek amacı taşır. Ütopya’sını bir rüya kurgusu üzerine oturtur. Yazar, tıpkı Türk Edebiyatı’ndaki diğer “Siyasi Rüyalar”ı hatırlatan bir rüya görür. Erzurumî’nin rüyası siyasi olmayıp bir medeniyet inşası tasavvuru ile ilgilidir. Bu rüya kurgusu, ona düşüncelerini kolayca uygulamak ve rahat hareket etmek kabiliyeti sağlar. Bu füturist eserde 2300’lü yılların İstanbul’u hayal edilmiştir.
Yazar, ülkenin içinde bulunduğu bu elim vaziyette gönlü yaslı olduğu hâlde hayata tutunmaya çalışırken tenha bir yere çekilir. Orada derin azaplar içinde kıvranırken üzerine bir ağırlık çöker, göz kapakları kapanır ve uykuya dalar.
Rüyasında kendisini yüksek bir dağın zirvesinde bulur. Elindeki dürbünle bu tepeden etrafı seyretmeye koyulur. Çok uzaklarda büyük bir ağacın altında toplanmış kalabalık bir meclis görür. O meclise doğru yürür. Bir kestane ağacı altında oturarak bir halka teşkil etmiş olanbu heyeti gözlemeye çalışır. Temiz giyimli, nur yüzlü ve kavukluolan bu kalabalığın ortasında sevimli bir hatip yer alır. Hatip, iki dünya saadetine vesile olacak hususlar üzerinde konuşur. Sohbet; çalışmak, hakşinaslık, adil ve insaflı olmak, kanaatkârlık, barış, uyum, iffet, milli terbiye ve edep, kardeşlik, birbirine yardım etmenin değeri, İnsanların eşit oldukları bahisleri etrafında şekillenir. Konuşmasını bitirenzat, veda ederekmeclistenayrılır. Halkayı teşkil eden diğer kimseler dağılırlar. Bu heyetten kopan beş kişi ise bir ağacın altında oturarak muhabbete devam ederler.
Bu sohbetin konusu, içinde bulunulan zamanın kötülüğüdür. Bu çerçevede şu bahisler üzerinde durulur :
İnsanlar, insani değerleri unutmuş oldukları hâlde nefis ve arzularına ram olmuşlardır. Ekilmeden biten otlar gibi günün getirdiklerine tabi olarak muhakemesiz ve neticesiz yaşayıp giderler. Ortaya konulan eserlerin, icat ve keşiflerin birçoğu insanoğluna zarar verecek niteliktedir. Bu teknik gelişmeler; insan hayatı, ahlaki değerler, sağlık, geçim, merhamet, din, millet, ırk gibi ciddi ve hakiki ilimler üzerinde hiç zihin yormamış, emek sarf etmemiştir. Güzel binalar yapılmış, hem estetik hem de konforlu eşyalar üretilmiştir. Fakat bu kazanımların hiç birisi beşerin ruhen olgunlaşmasına hizmet edecek mahiyette değildir. 20. Asırda medeniyet adına yalancılık, iki yüzlülük ve ara bozuculuk gibi kusurlar öne çıkmışlardır. Dünyaya sırf yaşamak için gelenler; ne nefislerine, ne çevrelerine, ne de diğer insanlara bir faydaları olmaksızın gerçek hayat lezzetinden uzak bir ömür sürerler. Sohbet; bu mealdeki cümlelerle uzayıp giderken; Molla Davut adıyla tanıtılan bir zat ile arkadaşları celseyi noktalayıp ayağa kalkarlar. Bu heyetten biri ağacın arkasında saklanmakta olan Nâzım’ı görür ve ona kim olduğunu sorar. Nâzım, Erzurumlu Molla Davutzadelerden olduğunu söyleyince heyetteki Molla Davut, arkadaşlarına bu şahsın kendisinden dört asır sonra gelen torununun torununun torunu olduğunusöyler. Gruptakiler; Nâzım’a içinde bulunduğu yüzyıla dair sorular sorarlar. Yüreği yanık yazar, açık sözlüdür. Vaktiyle dedelerinin işlemiş olduğu hataların bedelini kendi nesillerinin ödediğini acı bir ifadeyle dile getirir.
Bu konuşmalardan sonra dede ile torun başbaşa kalırlar. Molla Davut, ülkesinin dertleriyle dertlenen torununa teselli yollu birçok şey söyler. Bu arada Nâzım, kendisini dedesiyle birlikte Yuşa tepesinde ve 24. yüzyılda bulur. Bu tepeden son derece mamur ve bakımlı bir şehir manzarası görünür. Bu tabloyu göstererek çalışanların neleri başarabileceklerini söyleyen dede, “İslamiyet ilerlemeye manidir ” diyenlere de bu yolla cevap vermek ister. Dede ve torunun birlikte seyrettikleri İstanbul’da, denizin üzerinden işleyen trenler adalara gidip gelirler. Trenler, karadan hareket ederek denizdeki dubaların üzerlerinden geçip giderler. Adaların etrafı fabrika bacalarıyla çevrilidir. Harem İskelesi’nden Kumkapı’ya kadar uzanan ve Asya’yı Avrupa’ya bağlayan üç katlı bir köprü vardır. Köprüdeki en üst kat, yayalar içindir. Tren, araba ve otomobiller köprünün birinci ve ikinci katından gelip giderler. Vapurlar geçeceği zaman köprünün birinci ve ikinci katları açılır. İnsanlara ait olan üçüncü kat ise hiçbir şartta açılmaz. Yer altını bir şebeke gibi saran metro hatlarının işleyişi ile bir ekmek fabrikasının çalışma seyri hakkında da bilgi verilir.
“Millet Bankası”ndan aldığı “itibar defterleri”ni kullanan Molla Davut, yanında para taşımaz. “İtibar defterleri”, bugünkü kredi kartlarıyla eş değerdedir.
Bu iyi işleyen düzen içindeki mesut hayat hakkında konuşan dede, Osmanlı ile Asya ve Afrika ülkelerinin birbirlerine yardım elini uzattıklarını ve aralarında birlik anlaşması imzaladıklarını söyler. Bu ülkelerin temsilcileri belli zamanlarda İstanbul’da bir araya gelerek ortak kanunlar çıkarıp, ortak kararlar alarakortakyaptırımları hayata geçirirler. Bu meclisten çıkan kararlarla ülkeler yönetilir. Bu arada Batı ülkelerinin zaruret ve sefalet içinde olup zevale doğru sürüklendiği ifade edilir. Avrupalılar ise zaruret içinde kaldıklarından Asya’ya, Afrika’ya ve Amerika’ya göç ederler.
Bu düzende işsizlik maaşı verilmesi, vergilerin âdilane toplanması, yerli mahsulün pazarlanması gibi hususlar, belli bir sisteme ve genel kurallara bağlıdır.
Eserde ilimde ve sanatta mesafe almanın çileye ve yokluğa talip olmak anlamına geldiğini ifade eden satırlarla karşılaşırız. Bir işi başarmak isteyen kimselerin kararlı ve sebatkâr olması gerektiği ifade edilir. Nâzım’ın üstün bir zekâ ve kabiliyeti olmadığı hâlde amaca ulaşmak adına her türlü sıkıntıyı göze aldığı, irade ve azim ortaya koyduğu, yılmadan çalıştığı ifade edilir. Eserde, zamanın çok değerli bir sermaye olduğunu bilerek dakik olmak, planlı programlı hareket etmek, adeta kurulu bir saat gibi çalışmak gerektiği bahsi üzerinde ısrarla durulur.
Molla Davut, gördükleri bu ümranı gerçekleştiren insanların asla yalan söylemediklerini, nifak, dedikodu, fitne, kıskançlık, haset nedir bilmediklerini dile getirir. Her ferdin şahsi menfaatini genelin menfaatinde aradığını, sade giyindiğini, sadeliği sevdiğini, tatlı söyleyip tatlı dinlediğini ve yekdiğerine yardım ettiğini ifade eder.
Didaktik bir mahiyet taşıyan buütopya, büyük bir felakete duçar olan milletini uyandırmak, ümit ve teselli vermek, yol göstermek isteyen iyi niyetli ve idealist bir çabanın ürünüdür. İnandığı umdeleri ülkesine ve insanına aktarmak isteyen yazar, aynı anda çok şey söylemek adına konuyu yer yer dağıtmış, bazen de bir bahisten diğer bir bahse geçerken bağlantıları iyi kuramamıştır.
Balkan acısı ile ülkenin sarsıldığı günlerde yazar mutlu bir gelecek tasavvur etmiştir. Çaresizlikte çare üretmekyoluna gitmiş, bir temenni mahiyetini taşıyan bir kurtuluş reçetesi hazırlamak istemiştir. Bu gelecek için de mekân olarak İstanbul’u seçmiştir. Bu eserde bir rüya olarak anlatılan metrolar, köprüler, çok katlı binalar, bakımlı ve güzel meydanlar, yollar, fabrikalar, her şeyde ve her yerde hâkim olan otomasyon sistemi günümüz şartlarında önemli ölçüde hayat bulmuştur. Uzak görüşlü ve geniş ufuklu bir insan olan Nâzım, bu medeniyeti gerçekleştiren insanları üstün ahlaklı olarak tasavvur etmiş, ahlak temelli bir medeniyet tasavvuruna yer vermiştir. Bir başka ifadeyle üstün ahlaklı olmayı bir medeniyetin başat yapıcısı olarak görmüştür.
Yazar, teknolojik ilerleme tabanlı ve menfaat odaklı bir medeniyet algısının insanlığa hiçbir saadet vaat etmeyeceğini önemle vurgulamıştır. Bu fikirler; geçerliliğini her zaman koruyacak olan evrensel doğrulardır. 20. Yüzyıl ütopyalarının genellikle birer anti-ütopya olduğunu düşünülürse, bu ümitvar ve iyimser bakış açılı eserin değeri daha iyi kavranılmış olur.
Bu son sözler yani: ” teknolojik ilerleme tabanlı ve menfaat odaklı bir medeniyet algısının insanlığa hiçbir saadet vaat etmeyeceği” öylesine günümüzü resmediyor ki şimdi bunun çaresi için düşler görme zamanı geldi. Bu düşler içinde en önemlisi de insanın kendisini tanımasının sırrını bulması olacak. Yunus Emre’nin dediği gibi: Gelin tanış olalım işi kolay tutalım -Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz. Belkıs hoca’nın bir başka yazısında söylediği gibi ‘YUNUS EMRE’nin ‘bizim kendi değerlerimizle buluşmamız, kendimize uyanmamız noktasında önemli bir görev icra edeceğini, bu itibarla da daha nice müzik ve tiyatro gibi sanat eseriyle Yunus’un gündemde ve zinde tutulması gerektiğini belirtelim.