MENÜ ☰
ATA-AÖF’te Sınavsız İkinci Üniversite Ön Kayıtları Devam Ediyor
Büyük Erzurum Sofrası
Erzurum Haber Gazetesi » Genel, Röportajlar, Toplum » 107 LİK ÇINAR / 17HACİ HAFIZ LÜTFÜGÜÇ KUVVET ZİYADESİYLE
107 LİK ÇINAR / 17HACİ HAFIZ LÜTFÜGÜÇ KUVVET ZİYADESİYLE


Ağlayarak çıktıkları yayladan gülerek inmişlerdi. Mevlâm neylerse güzel eyliyordu. Harman ve hasat mevsimi bereketli geçmiş, un, den, bulgurlar, yağ, peynir ne varsa kilerlere, ambarlara yerleştirilmiş, kışa tam hazırlanılmıştı. Burada havalar kapanmaya görsün; ne dışarılara giden gelen olurdu, ne de arayan soran…

Yazar Ragıp Karadayı imzasıyla güzel bir anlatım;

Herkes köy içinde birbirlerine destek olur, ayakta ve hayatta kalma mücadelesi verirdi. Dayanışma, yardımlaşma, paylaşma hat safhadaydı. Birinin bir eksikliği duyulmaya görülsün; anında, onun haberi olmadan, “kim yaptı, kim etti” bilinmeden giderilir, kimse boynu bükük, çaresiz bırakılmazdı.

Anlayacağınız; çok güzel insanların yaşadığı bir köydü VERİNTAP. Çocuklar kendi aralarında envai çeşit oyun oynardı; fanifini, kız taklası, güvercin taklası, çelik-çomak, fırfılik çevirme, aşık…aşık deyince onların isimlerinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Eneke; en iri ve düzgün aşık, gövdesine kurşun dökülerek ağırlığı artırılırdı. Aşıkların dört tarafının dört ismi vardı; şek, mire, çiğ, töh… Şimdiki nesil için bir mana ifade etmeyen bu isimler; nereden, nasıl gelmiş bu günlere kadar bilen yoktu. Herkes büyüklerinden gördüğü gibi öğrenir, hayat yoluna o minval üzere devam ederdi. Hele bir de renk renk boyanması vardı. Analar halı, kilim, cecim ipliklerini boyarlarken çocukların bir torba içinde bu masum isteklerini geri çevirmez, bir köşeye sıkıştırıverirlerdi. Bir de lezlemesi yapılırdı ki sormayın. Hem boyalı, hem lezlenmiş ve de kurşun dökülmüş enekesi olanın fiyakasından geçilmezdi. Kemikler saatlerce bir taşa sürtülür altı ve üstü mümkün olduğunca düzleştirilirdi. Çocuklar onları bir çizgi içine dizer, belli bir mesafeden vurup çizgi dışına çıkartmaya çalışılırdı. Her mevsimin çocuk oyunları da, gençlerin meşguliyeti de farklıydı burada. Uzun kış gecelerinde delikanlılar herfene yaparlar, geç saatlere kadar türkü söyler, bar oynarlardı. Her cuma cirit, her fırsatta da kol taşı atar, güreşirlerdi.Sağır Hocanın torunu İsmail Binici anlatıyor, şahid olduğu bir hadiseyi: “Öğlen namazı vakti mı, yoksa ikindi mi? Orasını tam hatırlamıyorum ama hava açık ve güneşliydi. Gençler kıyasıya kol taşı atıyorlardı. Bizim köyde bu işte bayağı iddialı olanlar vardı. Birisi bir işaret koyar, onu geçene kadar hedef orasıdır artık. Lütfü Hoca da camiye doğru geliyordu. Yaklaşınca selâm verdi. Gençler, oyunu bıraktı, hürmet gösterdiler. Muziplikte üstüne olmayan Zakir dadaşım koştu hemen önünü kesti:- Hocam, pehlivanlık yaptığını duymuştuk. “Soyun, güreşelim” demiyoruz, haddimizi biliyoruz ama bir kol taşı atmadan da bırakmayız.- Ya çocuklar yapmayın! Benim eski kuvvetim yoktur! Neredeyse bir sene yataklarda yattım, malumunuz…- Yok maşallah iyisin hocam! Yengemiz sana iyi bakmış. Bırakmayız, dünyada olmaz.- !!!Bütün gençler etrafını sarıp hep bir ağızdan: “Lütfen hocam bizi kırmayın!” diye ısrar edince yapacağı bir şey kalmamıştı.- Allah iyiliğinizi versin! Sizleri de kırmak istemem gençler… deyip paltosunu, ceketini çıkardı, en yakında olan birine verdi. İşaretli yere geçti, “Ya Allah” dedi, kol taşını bir fırlatması vardı aman Allahım bu ne ya? Sanki tayyare oldu vınladı… En son işaretlenen yeri aşıp karşı dama düştü. Bütün gençler hayret etmişlerdi. Benim bildiğim; Lütfü Hocanın yerini hiç geçen olmadı… Hâlâ da öyle…”Düğünler, bayramlar hep birlikte yapılır, birlikte cenazeler kaldırılırdı. “Onun düğünü, bunun cenazesi” diye düşünülmezdi. Akla gelebilecek her şeyde; acısıyla, tatlısıyla hepsinde de ortaktılar bütün köylüler. Birlikte ağlanılır, birlikte gülünürdü. Ufak tefek kırkınlıklar olsa da başta Lütfü Hoca ve muhtar, köyün ileri gelenleri hemen devreye girer, iş tatlıya bağlanırdı. Yoksa hayat çekilir miydi bu zor tabiat şartlarında?***O kışın baharında yaşadıkları bir hadiseyi, Lütfü Hocanın ikinci mahtumu Ragıp’ın hatırlarından okuyalım.DOĞUM TARİHİ BELLİ OLMAYAN ADAMKendine has hususiyetleriyle soğuklar; her tarafı esir almıştı. Bir zamanlar insanlarla dolup taşan yerler çoktan terk edilmiş, ıpıssız kalmıştı ortalık. İnsanlar, sokak hayvanları, akla gelebilecek her canlı sanki buralara hiç uğramamışlar gibiydi. Ağız birliği etmişcesine sessiz sedasız ortadan kaybolmuştu.Akşam ezanları okunalı epey olmuştu. “Neyse bu akşam bir hâl var bende” diyip pus tutmuş odanın küçük pencere camını elinin tabanıyla silerek; iri elâ gözlerini daha da irileştirerek sokağa baktı. Komşu evlerin minnacık pencerelerinden sızan cılız, titrek ışıklarından mada bir şey görünmüyordu. Anacığı hiç boş durmazdı. Yemek yapar, çamaşır yıkar, hamur, biçki, dikiş, örgü, yağ, peynir… akla gelebilecek her şey ellerinden geçerdi. Hanımların kış aylarında işleri azalacak yerde daha bir artardı. Gece geç saatlere kadar çorap kazak örer, yamalık yamar, çocuklara hekâtlar anlatırlardı… Hafızlık yaptığı için Abdulkadir imtiyazlıydı. Eli soğuktan sıcağa soksun istenmezdi. Yeterki okusun muvaffak olsun, babasının yerini tutsundu. Ragıp’ın kendi hâline uğraştığını görmüş olmalı ki Hayriye Hanım: “Bari sobaya bir iki kerme atsaydın Ragıp! Baban camiden gelirse üşümesin!” diyerek, örgüsüne devam etmişti. O da; “Peki” deyip odun, kerme getirmek için avluya çıkıyordu ki kapı tıklatılmaya başlandı. “Hayırdır inşaallah! Bu vakitte bu havada kim ola ki?” diye söylenerek yönünü değiştirip kapıya doğru yürüdü. Bir de ne görsün Ali Rıza öğretmen, hanımı, çocuklarıyla birlikte oturmaya gelmiyor mu? Belli etmese de utandı, kızarıp bozardı:- Buyurun hocam, buyurun.- Hoca Efendi evde mi?- Camide.- Eh, olsun! Biz geldik! Yengeni hanımlar tarafına al. Ben babanın gelmesini beklerim.- Peki hocam.- Unutuma; bu gün senin o meseleni çözeceğim!- !!!- Ne bakıyorsun yüzüme? Doğum tarihi meseleni…- İnşaallah hocam.- Sırf senin için geldim! Ne demekmiş; doğum tarihini bilmemek! Afrika yerlilerinde bile bu kadarı olmaz. Mutlaka bir kitabın kenarına not düşmüşlerdir. Şimdi anlarız…- !!!Köy çocukları muallimlere karşı son derece itaatkârdı. O ise daha aşırı…. Hem utangaç, hem de onu okutan muallim karşısındaydı… Utanıp sıkılması normaldı. O devir insanları için bundan daha tabii ne olabilirdi? Hocasını içeri alıp soba sönmesin diye tandırbaşına gitti, ne bulduysa tezek, kerme, fışkı, koza…bir kalbura doldurdu, getirip teneke sobaya döküverdi el çabukluğuyla. Hocasının gözüne girmek için mi ne işini hem seri, hem de temiz yapıyordu.- Aferin Ragıp ev işlerinde de mahirmişsin maşallah!- Estağfirullah hocam!- Ama doğum tarihini öğrenme de bu kadar mahir olamadın ne hikmetse!- O benimle alakalı değil efendim!- Bak hele! Yok; benimle alakalı!- !!!Sınıf öğretmeninin sorduğu suallere cevap yetiştirirken, yan odadaki hareketlilikten Lütfü Hocanın geldiği anlaşılıyordu. Hemen avluya koştu. Maksadı; hocayla fazla başbaşa kalıp elleri önde nefes almadan durmaktan ve sorduğu, aklının, o an için almayacağı suallerine muhatap olmaktan kurtarmaktı. Babacığı, kulübe misali hanesine vardığında üşümüş olmalı ki; ellerini üfleyerek ısıtmaya çalışıyordu. “Allahü-l âlem bu gece kar yağabilir… Aha sabaha görürüz…” dedi, avludan içeri girmeden önce cızlavet lastiklerini kuvvetlice yere vurdu, sağına soluna bulaşmış çamur, toprak kalıntılarını temizledi. Tam o esnada farklı ayakkabıları görüp dikkat kesildi:- Misafir mi var?- Ali Rıza öğretmenim geldi.- Başka?- Yenge de…- Hayırdır inşaallah!- Doğum tarihimi bilmediğim için…- Fe sübhanallah! “Bu devlet memurları da bir âlem” diye söylenerek içeri girdi. Hocamı muhabbetle karşıladı, kucakladı. Bana döndü:- Tez anana söyle; kuymak yapsın, çay demlesin. Hadi çabuk!- Çay tamam da hocam kuymak-muymak istemem! Önce şu meseleyi bir çözelim!- Ne meselesi?- Ne olacak; çocukların hiç birinin nüfus cüzdanı yok, kendileri de doğum günlerini, aylarını senelerini bilmiyorlar… Hocam hangi devirde yaşıyoruz?.- Hele bir çay içelim muallim bey…- Yok, dünya da olmaz… Benim evimde çay yok mu? – Daha âlâsı vardır muallim bey!- O zaman anlat…- !!!***Bu hadiseye yakınen şahid olan Ragıp şöyle anlattı:”Babamın işaretiyle odayı terkedip annemlerin yanına gittim. Bir şeyler ters gidiyordu ve bir şeyler noksandı fakat bunun ne olduğunu bilemiyordum. Hani evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu fark ederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi kararsız ve üzüntülüydüm. Çocuk aklı olsa da; ‘Basit bir şeyde bile doğru olanını bilemiyorduk…’ düşüncesindeydim. Geç saatlere kadar oturuldu. Ben, annemin verdiklerini içeri taşıdım, boşalan kapları geri getirdim. Gözüm, kulağım konuşulanlarda olsa da tam bir şey anlayamıyordum. O kadar lafın arasında aklımda kalanlardan biri: “Muallim bey; biz memurların hor bakmasından bıktık, usandık… Onların habis yüzünü görmemek için şehre inmiyorum. Bu yüzden de çocukları kaydettirmedim…” Babam muallimi uğurlayıp içeri girince, dudaklarından gayr-i ihtiyarı: “Millet fakr-u zaruret içinde; hayatta ve ayakta kalma telaşında, sen ne peşindesin be kardeşim?” kelimeleri dökülüyordu. ***Sonradan öğrendim ki ben; 1953 senesinde Erzurum’un kervan geçmez, kuş konmaz bir dağ köyünde dünyaya gelmişim. Doğduğum mevsimi, ayı, günü öğrenmek pek de mümkün olmadı. Anneme, babama ve diğer yakınlarıma ve hatta konu-komşu, kimi gördüysem sordum, maalesef tam sağlıklı malumat alamadım, ne yaptıysam bir türlü öğrenemedim. “Bahar mıydı, güz müydü, Koçayı mı, Gücük mü, yoksa Zemheri miydi ne” diyip bildikleri bütün mevsimleri, ayları sayıyor lakin tam emin oldukları bir tarihi söyleyemiyorlardı. Dedemim vefatından, yeni doğum yapmış medeğimizin donma senesinden hareketle dünyaya geldiğim yıl tesbit edildi… O şartlar içinde bu tarihi tesbit etmek bile büyük muvaffakıyetti. Bundan sonra; “Doğum senem malum ya, ayı, günü bimesem ne olacak?” diyip kendimi teselli edecektim hep.***Köyde ilkokula devam ederken, çocuklarla ahbaplığımız da hemen kuruldu, birbirlerimizi pek sevdik ve de pek çabuk kaynaştık. Hiç unutmadığım bir hadise oldu. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum.Uzun kış günlerini geride bırakmıştık. Hasretle beklediğimiz baharla birlikte hayvanat, nebadat canlandığı gibi bizler de keyifleniyorduk. Karlar, billurdan damlacıklar oluşturarak eriyor, dereler, çaylar şelaleler oluşturarak coşuyor, Verintap’ın önünde uzayıp giden tarla ve çayırlar sarı mayıs çiçekleriyle donanıyordu. Bir haber; “gezimiz var…” Komşu köyün okuluyla Karagöl denilen yerde buluşup dostluk, kardeşlik, arkadaşlık hislerimizi geliştirecek, insani duygularımızı kuvvetlendirecek, “Merhaba bahar” deyecektik.Günlerce bu güne hazırlandık. Annelerimiz keteler, çörekler, börekler pişirmiş, yumurta haşlamışlardı. Sabahtan beri elimizde yiyecek çıkınlarımız gruplar halinde yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yatakları içinde kayboluyor, bazen yemyeşil çayırlarda devam ediyordu. Kılavuzumuz köyün bekçisi Ali Dayıydı. Vakit vakit pamuk yumağı bir bulutun gölgesinde, bazen sarı oklarını bütün kuvvetiyle üzerimize diken güneşin altında ilerliyorduk. Alışıktık bu hayata, bize hiç zor gelmiyordu. Hafif esen rüzgâr da olmasaydı terden sırılsıklam olacaktık. Nihayetsiz çivitten bir kubbeyi andıran dumanlı gök; hayatı, yaşama azmini hatırlatan envai çeşit kuş cıvıltıları, çocuk bağrışmalarıyla dolup taşıyor, karşı dağlarda yankılanıyordu. İçimiz kıpır kıpır olsa da iyice yorulmuştuk. Omzumdaki çıkın gittikçe ağırlaşıyordu. Kendi kendime:“Keşke biraz dinlensek” dedim.Çok sessiz söylenmeme rağmen sınıf öğretmenim duymuş olmalı ki gülümsedi, zeytuni, kıvırcık saçları altındaki şen çehresi pembeleşti:- Ne o Ragıp yoruldun mu? diye sordu.- !!!Sırtında bu kadar talebenin mesuliyetini taşıyan, pek sevip saydığım bu genç muallime yorgunluğumu söyleyemedim. Başımı öne eğdim.- Biraz daha gayret! Tepenin başına bir çıkalım, oradan öte Karagöl’e kadar yol düzdür, yeniş, yokuş yoktur, dedi.Saati tam bilmiyorum, bir müddet daha yokuş yukarı tırmandık. Trabzon lastiklerimin altında ezilen kar çiçekleri, çiğdemler içimi acıtsa da yürüyebileceğimiz başka bir yol yoktu. Düşmemek, uçurumlardan yuvarlanmamak için tutunduğum çalılar kopuyor, ayaklarımın bastığı yerden irili ufaklı taşlar, kesek kesek topraklar dere aşağı yarışırcasına yuvarlanıyor, çıkardıkları seslerden ürken kertenkeleler; korkularından olsa gerek, sağa sola kaçışıyordu.Gayet büyük bir taşın yanına gelince öğretmenim unutmamış, beni kastederek:- İşte Taşın başı çocuklar! dedi.Dağların tepelerinde hâlâ kar vardı. Aşağılara indikçe alaca karlılık yerini zümrüt yeşili çayırlara bırakıyordu. Eriyen kar suları küçük menderesler çizerek derelere, onlarda daha aşağılarda birleşerek çaya dönüşüyordu. Durmadan esen bahar rüzgârının savurduğu sarı mayıs çiçekleri, kekireler, lâle, yaban haşhaşları, gelincikler ve uzayıp giden ekin tarlaları, derin bir fısıltı içinde bir sağa bir sola dalgalanıyordu. Ürkek gözlerle hocama bakıp hemen bir kayanın üzerine çöktüm. Taşın kalın pürüzlü gövdesine arkamı dayadım. Beni gören çocuklar da çömeldiler. Yanımdakine:- Hey, Aziz!- Ne var?- Şu karşı sisler altında görülen İd mi?Aziz, sıra arkadaşımdı. Elini güneşe siper edip gözlerini kısarak “neresi” derken amcasının oğlu Yahya, ağır ve kendinden emin bir tavırla cevapladı:- Ragıp, bana sor. Memet dadaşımla herk etmeye çok gelmişimdir. Buradan böyle hep dumalı görünür, orası İd… İd…- Niçin sisli? Çok mu uzak?- Tabii uzak! – Nerden biliyorsun?- 18 Martta babamla birlikte İd’in kurtuluşuna gitmiştik. Güreş vardı. Bardız’lı Nizam pehlivan, Cücürüs’lü Abbas pehlivan gelmişti. Onlar için gitmiştik. Atın terkisinde olsam da çok yorulmuştum, kıçım yara olmuştu…Yahya’nın öyle demesine elimizde olmadan gülüştük. O da kızdı haklı olarak:- Ne var, ne dedik ki ele gülirsiz…Baktım lüzumsuz yere kırgınlık olacak sözü başka tarafa çekmeye çalıştım. O zamana kadar farkında olmadığım çukurları işaret ederek:- Hey çocuklar bunlar da ne? Bu çukurları da kim kazmış, bizim köylüler mi? – Hayır!- Ya ne?… – !!!Başını salladı Yahya. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:- Burası mevzidir. Osmanlı dedelerimizle Urusların harp ettiği yerdir, dedi. Elimde olmadan toparlandım, daha başka bir şey sormadım. Zaten mevzu da münakaşa olmadan kapanmıştı. Serin bir rüzgâr, çiçek kokan baharın fısıltısını çoğaltarak esiyor, yanı başımızdaki koyu yeşil bir şemsiye gibi açılan süpürge otlarını tir tir titretiyordu. Köyün yalçın ufuklu, bu boş, kayalık, bir tarafı, Karagöl’e giden ıssız yolu; eskiden mevziymiş, birçok asker kemiklerinin, boş kovanların çıktığını herkes biliyormuş; maalesef ben tesadüfen öğrenmiş oldum. Söylemiştim, memleketin tenha, gizli bir köşesinde kendi hâlinde, küçük bir köyde doğmuşum. Rus işgalinin, Ermeni eşkıyalarının zulmünden, bin yıllık ata yurdumuzu terk edip hicret edişimizin hazin hikâyelerini dinleyerek büyüdüm. Bilmem onun için mi ne, tarihi hadiseleri araştırmaya, yazmaya pek meraklıyım. Arkadaşımın dedesi Halit Paşanın çavuşlarındanmış, bu mevzilerde nasıl mücadele ettiklerini anlattı. Atalarımızın dramları canımı acıtmış olmalı ki gözlerim boncuk boncuk yaş doldu. Herkes de hüzünlenmişti. Bu hislerle kalkıp mevzileri dolaştık. Sanki muharebe yıllarını yeniden yaşıyormuş gibiydik. Askeri elbise düğmeleri, delik deşik olmuş aluminyum mataralar, kırık testiler, iyice paslanmış ne olduğu anlaşılmayan demir parçaları, boş mermi kovanları, sağa sola rastgele serpiştirilmiş gibiydi. Bir kısmı toprağa saplanmış bu harp kalıntılarının yanında yalnız ucu dışarıda olan sivri bir kurşun gördüm. Eğilip almak istedim, saplandığı yerden çıkaramadım. Kuru bir dal parçasıyla etrafını kazıdım. Biraz daha zorlayınca hiç bozulmamış bir şarjör mermi çıkıverdi. Toprak bulaşıklarını temizlerken arkadaşlarımdan bir kaç kişi de yanıma geldi. Çakımetlerin Yahya:- Bak Ragıp, buldukların Urus mermisi.- Nerden biliyorsun? Cebinden boş bir kovan çıkardı:- İyice bak, Osmanlı kovanları böyle. Gövdeyle taban aynı kalınlıkta. Yalnız birleşme yerinde halka şeklinde bir çukurluk var. Rus kovanları da bulduğun şekilde. Fişeğin tabanı daha geniş. Osmanlı fişekleriyle Urus fişekleri arasındaki en mühim bir fark da; tabanlarındaki yazılardır. Çok rahat okunuyor, dikkatlice bak görürsün. Urus kovanlarında, bizim şimdiki kitaplarımızda olanlara benzer harfler var, Osmanlı kovanlarının tabanındaysa Kur’an-i kerim harflerine benzer yazılar… Bana da Memmed dadaşım göstermişti, ikisi arasındaki bu farkı. – Hım, evet, bayağı farklı. Tamam anladım.- !!!Onları ne mi yaptık? Akıl almaz bir cehalet numunesi sergiledik. Sağdan, soldan topladığımız çalı-çırpıyla bir ateş tutuşturduk ve bu mermileri, alevlerin içine attık. Mısır patlaması gibi peş peşe patlamalarını seyrettik. Allahü teâlâ bizi büyük bir felaketten korudu. Şimdi aklıma geliyor da tüylerim diken diken oluyor.Günümüz çok keyifli, eğlenceli geçmişti. Şiirler, okumuş, yarışmalar yapmış, yiyip içip yeni arkadaşlar edinmiştik. Vaktin nasıl geçtiğini hiç anlayamadım. Yeni arkadaşlarımızdan ayrılmamız da kolay olmadı. En kısa zamanda tekrar buluşmanın sözünü alarak vedalaştık.Neşeyle eve gittiğimde annemin, babamın çok üzgün olduğunu gördüm. Neler olup bittiğini pek merak ediyor, kimseye de bir şey soramıyordum. Hani derler ya; “Sevinci kursağında kalma…” Benim de öyle oldu. Sonra öğrendim ki. Biz o günü kırlara gidince köye müfettiş gelmiş. Babam da; “misafir yalnız kalmasın” diye “hoş geldin” demek ve yemeye davet etmek için yanına gitmiş. Başında namaz takkesi varmış. Adam onu görünce küplere binmiş, bağırmış, çağırmış, çocuk azarlar gibi hakaretler etmiş:”O başındaki ne, o başındaki ne?” diye alabildiğine bağırmasını komşular bile duymuş. Herkes korkusundan sinmiş, bir şey diyememiş. Babama fırsat vermemiş ki köyün imamı olduğunu, camiye gitmeye hazırlandığını anlatsın. Hemen tutanak tutmuş.”Seni yarın karakola çağırtayım da gör!” diye tehdit ederek, yemeden içmeden çekip gitmiş. Annem ağlıyor, babam çaresiz. Öğretmenler duymuş olanları. Müfettişe yetişip elindeki şikayet dilekçesini zar zor yırttırmışlar. Babam ve annem o hakareti hiç ama hiç unutmadılar, tabii ben de…Çocuk aklımla uzun zaman düşündüm. Bir dağ köyünde, ilköğretim müfettişinin köyün ileri gelen birine, vazifeli imamına hakaret etmeye, tehditler savurmaya, azarlamaya ne hakkı olabilirdi? Bu gücü nereden, nasıl alıyordu? Eğitim-öğretim problemlerini çözmekle vazifeli bu devlet memuru, imamın işine karışmaya kendi kendine nasıl bir vazife çıkarabiliyordu, bu nasıl bir ruh haliydi? Aklımın alamadığı bu suallerin bugün bile cevabını bulmuş değilim. Sonra ben de okudum, milli eğitimde teşkilatında müfettiş oldum. Hep bu hadise aklıma gelir. Çocukluğumda babama hakaret eden adamın mesleği mesleğim olmuştu lakin ben o adama hiç benzemiyordum, hiç benzemeyecektim de… İçinden çıktığı topluma tepeden bakan biri olmamak için elimden geleni yaptım. Hâlâ çözemediğim, mantıki bir mana veremediğim o hadiseyi ve bende oluşturduğu travmayı unutamıyorum. Şimdi soruyorum: Siz olsaydınız bu adama ne yapardınız?

📆 25 Kasım 2020 Çarşamba 16:01   ·   💬 1 yorum   ·   ⎙ Yazdır

“107 LİK ÇINAR / 17HACİ HAFIZ LÜTFÜGÜÇ KUVVET ZİYADESİYLE” için bir yanıt

  1. Ragıp dedi ki:

    Allahü teâlâ razı olsun kıymetli kardeşim. Okuyorsunuz, paylaşıyorsunuz. İnşaallah hayırlara vesile olur. Çok teşekkür ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ERZURUM'DA HAVA

ERZURUM
Esentepe Avrupa Konutları
YENİ SAYI

YAZARLAR

RÖPORTAJLAR

ANKET

Üzgünüm, şu anda etkin anket yok.

BAĞLANTILAR