Yazmak, kendini keşfetme faaliyetidir. Yaradılışın uçsuz bucaksız kıyılarında seyrüsefere çıkmaktır.
Yazmak, kendini aramaktır.
Yazmak, eşyayı ve sırrı yoklamaktır.
Yazmak, hayal dünyasının ayak basılmamış derin vadilerinde dolaşmak, duygu hayatının dipsiz sahralarında yol almak, fikir âleminin yalçın tepelerine doğru sancılı bir yürekle tırmanmaktır.
Yazmak, bir anlamda var olmaktır.Yaşadığın hayata, şahidi olduğun zamana not düşmektir. Zamana bir çentik atmaktır.Yaşanmışlığı belgelemektir. “Bir zamanlar ben de vardım, ben de gelip geçtim” demek suretiyle geleceğe bir işaret fırlatmaktır.
Yazmak, ömrün hasadıdır.
İliade ve Odessa’den bu yana kaleme alınan her edebî eser, kendi zamanına ait bir dünya görüşünün, bir hayat telakkisinin zabtı konumundadır.
İnsan niye yazar, ne yazar, nasıl yazar?
Kendi yol halini yaban gözlerin önüne sermek, gayrilerle paylaşmak nedendir. Kimileri için bu bir tutku, bir ateştir. Kimileri için ise bir ihtiyaç, içten gelen bir zorlama, karşı konulmaz, önünde durulmaz bir mecburiyet. Kimileri içinse sadece bir alışkanlık.
Yazar, bazen kalemini kendi kanına batırıp yazar. Bazen de içinde büyüyüp beslenerek kıvam bulmuş cümleler yatağını bulmuş bir nehir gibi uysal ve munis akarlar. O, zaman zaman ılık meltemlerin okşadığı yumuşak bir ruh ikliminde dolaşarak kalemini kâğıtla buluşturur. Zaman zaman da bir kafa zonklaması, bir iç yorgunluğu ile harekete geçebilir. Çoğu vakit acılardan beslenerek, mahrumiyetlerden gıdalanarak böyle bir tecrübeye koyulur. Nadir hallerde yürek çoşkularının, damardan yaşanan mutlulukların da itici güç mevkini aldığı olur. Kadim vakitlerde kör bir kandilin ışığında kamış kalem mürekkep okkasına batıp çıkarken, günümüzde sırasını bekleyen heceler zahmetsizce klavyenin tuşlarından dökülmekte. Her çağ kendi bestesini kendi lisanıyla söylemekte..
Kim ne yazarsa yazsın kendisini yazar. Kendinden yola çıkarak yazar. Varlık tecrübesi özel olduğu kadar âlemşümuldür de. Her ben, o büyük âlemin hem bir özeti hem de bir parçasıdır. Hiç bir insanlık hali de bir diğerine kapalı ve yabancı değildir. Bazı kalem mahsüllerinde bizi uzak zamanların ve bilinmeyen mekânların kahramanları ve hayat maceralarıyla tanıdık bildik kılan nedir? Okuyucuyu yabancısı olduğu dünyalarla kaynaştıran, yekdiğerleriyle candaş, fikirdaş, hisdaş, paydaş, yoldaş kılan nedir? Her insan, her yolculuk bir yanı ile özel olsa da bir yanı ile geneldir. İnsan olmak ortak paydamızdır. Aynı gök kubbenin altında benzer hayatları paylaşmak da kaderimiz. O yüzden her doğru anlatılmış kahraman biraz da bizi anlatır. Her serüvenin bir ucu bir kavşak noktasında yolumuzla kesişir. Empati gücü gelişmiş olan yazar, kahramanın üzerinden kendini didiklerken, başkalarının derununa doğru bir kabuk çatlatma faaliyetine girişmiş olur. O kapalı kapıların, yüksek duvarların arkasına nüfuz edebilen, iç sesleri duyabilen bir üçüncü göz, bir üçüncü kulak hükmündedir.
Aslında insan kat kat perdeler altında saklar kendini. Kalabalıklara karışırken, koyu sohbetlerde saatler harcarken bile asıl ben; uzunluğu ölçülemez mesafelerde, sisli puslu kuytularda kilitli durur. Çoğu zaman perdeleri yalnızken bile aralamaya, kendimizle yüzleşmeye korkarız. Hep birşeylerin üstünü kapatır, karanlık dehlizlerimize ışık girmesine engel olmak isteriz. İşte bu örtüler, maksadına ermiş usta kalemler vasıtasıyla alaşağı edilir. O yazarların satırlarında arsız, düşkün, zavallı, bunalımlı, yaralı, mahrum, güçlü, vakur ve soylu bütün yanlarımızla su yüzüne çıkarız. Dostoyevski’nin eserlerinde ruhumuzun bütün iniş ve çıkışlarıyla meydanlara dökülüp salındığını görürüz. Dünya halklarının karşısına böylesine yalın, böylesine riyasız çıkmaktan ürkeriz ürkmesine ama, insan kardeşlerimizle ortak bir noktada buluşmanın gizli hazzıyla da titreriz.
Yazarlık, elle tutulan dünyanın ortasından geçerek, mücadelesi verilen hayatın içinden bakarak,kelimelerle örülmüş bir sanal dünya kurgulama çabasıdır. Bu sanal hayat bütün ipuçlarını gerçek hayattan alır, ona dayanır ve ondan beslenir. Ressam bu âlemi boyasıyla, çizgisiyle, müzisyen notasıyla var etmeye çalışırken, yazarın bütün sermayesi kelimeleridir. Harflere hükmedebilme kudretidir.
Yazar, hayattan aldığı kadar hayata da katar. Bazen geçmiş zamanları gün ışığına kavuştururken, bazen de henüz doğmamış vakitlerin rüzgarlarını hissettirir. Gelecekle şimdi arasında köprüler kurar. Bir eliyle geçmişi ve şimdiyi ayakta ve zinde tutarken, bir eliyle yarınları tasavvur eder. Yazılanlar hayata bizzat tesir eder.
Yeryüzü alabildiğine zengin bir tiyatro dekoru gibidir. Oyuncular binbir çeşit hadisatın ortasında bir taraftan kendilerine biçilmiş rolleri oynarken, bir taraftan da kendilerini gerçekleştirmeye çalışırlar. Her hayat macerası bir yandan kendi kahramanını inşa ederken, bir yandan da o kahramanın sırtında yükselir. Kaderini yapan kahraman, kaderi sayesinde de şekil bulur. Bu alışveriş, içiçe geçmiş sırlı bir terkiptir.
Yazar, ezelden ebeden doğru yol alan bu hengâmede sınırsız bir malzeme bolluğu ile karşılaşır. Gördüğü, duyduğu, algıladığı her şeyin onun tezgâhına bir hammadde yığını olarak aksettiği söylenebilir.
Yazar, seçicidir. Elindeki malzemeyi ayıklar. Her yokladığını, her gözünün iliştiğini değil, kendine uygun düşeni alır. Türlü insanlık hallerinin, türlü dünyevi faaliyetlerin, türlü kader ve mizaç çeşitlemelerinin içinden seçip de bir hikâye çıkarmak zevki seliminine kalmıştır. Büyük ustalarda zevki selim, aklı selim ve hissi selim el ele verip kol kola girmişlerdir. Klasik dediğimiz eserleri her dem taze kılan da budur. Bu cins eserlerin banileri insanı hata ve sevaplarıyla iyi tanımış ve çeşitli dünya hallerini güzel bir anlatım ve üstün bir ifade kudretiyle yazıya dökmüşlerdir.
Yazarlık, doğuştan getirilen bir kabiliyet midir? Vehbî (=Allah vergisi) veya kesbî (=sonradan kazanılmış) midir soruları çok tartışılmıştır. Hem vehbî hem de kesbîdir şüphesiz. Doğuştan getirilen sermayeyeyi çalışarak zenginleştirme ve üst noktalara taşıma esas olandır. Yaşadığı sürece devam eden bilme, anlama, kavrama ve yenilenme kararlığı içinde bulunma..Buna ilaveten bitmez bir sabırla yılmadan işe koyulma.. Varlığın künhüne nüfuz edebilme, hayatın özüne inme ve kâinattaki hikmet silsilelerine yürek yetirebilme… Bütün bu hususlar yazarı ferdî olandan yerele, yerelden milliye, milliden evrensel olana doğru yükseltir. Büyük yazarın büyük düşünme ve büyük hissetme mecburiyeti vardır. Yunus, Mevlana, Sadi, Hafız, Shakespeare, Goethe eserlerinde bilgeliğin diliyle konuşurlar. Nefeslerinin bütün zamanların ve bütün zeminlerin üstünde esmesi bundandır.
Belkıs Altuniş Gürsoy
Aziz Hemşehrim-Hemşirem,
Yazınızı yavaş ve her sözün üzerinde durarak, düşünerek okudum. Kendi içimize yöneldiğimizde pekçok yeni şeyin farkına varabileceğimizi düşündürdü satırlarınız.
Erzurum için Roma’dan kalem tutan ellere İstanbul’dan selam olsun!