İnsanoğlunun fıtratında tabiat ile bütünleşmek, toprak ile hâlleşmek, ağaç, su, rüzgâr, kuş, börtü böcek ile buluşmak ihtiyacı vardır. Bu sebepten olsa gerek, uzun bir kıştan çıkan Erzurum halkı bir ağaç altı, bir su kenarı ve bir yeşillik aşkı ile bulabildiği her fırsatta kendisini açık havaya atardı. Bu tabiatla bir ve bütün olmanın adı “seyir”e gitmekti. Seyir kelimesi, “kıra gitmek”” veya “piknik yapmak” ibarelerinin karşılığında kullanılırdı. Bu seyir faslının en ehveni evlerin bacasıydı. Zira toprak damlı Erzurum evlerinde bu damlar baharla birlikte kendiliğinden yeşerir; türlü ot ve çiçeklerle bezenirdi. Havaların tutması ile birlikte evin içinden yol bulan ve “baca kapısı” denilen dar bir aralıktan bu bacalara çıkılırdı. Yeşillerin üstüne bir yaygı serilir, bu yaygının üzerine minderler atılarak oturulurdu. Teneke veya mis semaver bu bacada tüter, sofralar bu bacada açılırdı. Baca bir anlamda evin balkonu, terası veya bahçesiydi. Çamaşır kurutma, yün çırpma gibi işler için de kullanılırdı. Aile bir misafir ağırlama konumunda ise sofra daha zengin ve itinalı olarak hazırlanırdı. Hane halkı kendince bir baca sefası yapacaksa yeme içme Allah ne verdiyse kabilinden sıradan bir kahvaltı şeklinde olurdu. Un helvası, kete, yumurta haşlaması, patates salatası, göğermiş peynir, ekmek, tere, taze soğan gibi yeşillikler bu sofraların ana menüsü olurdu. Tıpkı ev gezmelerinde olduğu gibi bu gözlerden nihan ve havadar mekânlarda söz ve sohbet bir çeşit el işinin eşliğinde sürdürülürdü. Birer atölye hükmünde olan bu yerlerde “yün tarağı” denilen bir tarafı üçgen bir tarafı düz kesilmiş dikdörtgen bir ahşabın üçgen tarafında 15-20 santim uzunluğunda sık ve muntazam aralıklarla birbirine paralel olarak dizilmiş ince çiviler olurdu. Bilhassa yaşlılar bu tarakta daha önceden yıkanmış, kurutulmuş ve çırpılmış olan yünleri tarar, akabinde de avuçlarında evire çevire muntazam yuvarlaklar hâline getirirlerdi. Bu işlemin ikinci basamağı “teşi” ile yün eğirmekti. Taranmış yünlerin eğrilmek suretiyle inceltilerek iplik hâline getirilip yumaklara dönüşmesi de bu suretle olurdu. Yünü çırparak inceltip açan iğde ağacından yapılmış “yün çubukları” ile muhtelif boyları olan “yün tarakları” ve” teşiler” “Tahtacılar” çarşısındaki ehil marangozların elinden çıkmış olurdu.
Bu yünlerden örülmüş ürünler “şal” kelimesi ile ifade edilirdi. Şal çorap, şal fanila gibi. Bu baca sefalarında bu yünlerden çorap, eldiven, papak, atkı, atlet, kazak, hırka gibi giyim kuşam eşyası örülür, dantel, oya, nakış gibi faaliyetler yürütülürdü. Boş oturmak, sadece oturmak için oturmak ayıp sayılır, eli hünerli olmak makbul tutulurdu. Çoraplar cağ denilen ince küçük metal çubuklarla, örgüler şişlerin marifetiyle yol alırdı.
Hanımlar birbirleri için bir okul vazifesi görür; dantel modelleri, oya, nakış örnekleri alıp verirlerdi. Yeni yetişen kız çocuklarının ellerine tığ tutsun diye çapamarka bir yumak tutuşturulur, zincir çekmekten başlatılarak basit oya temrinleri yaptırılırdı. Kız anaları ve yakınları çeyiz yapmak adına habire işler, örer, dikerlerdi. Zira bu yerlerde “kız beşikte çeyiz sandıkta” sözü revaçtaydı. Kız çocuk, göz açıp kapayıncaya kadar gelinlik çağına gelirdi. O yüzden önceden hazırlık yapılır, ihtiyaçlar ağır ağır üretilip bir kenara atılır, sonradan bir telaş yaşanmazdı. Kasnakta kanaviçeler, sarmalar, Türk işi, hesap işi gibi nakış çeşitleri işlenirdi. Ayrıca yemek tarifleri, sağlık ve ilaç tavsiyeleri, hayat tecrübeleri, masal, hikâye ve menkıbeler bu sohbetleri süslerdi. Orta Asya’dan getirilip de Anadolu toprakları ile harmanlanan sözlü kültür ile onun bir parçası olan değerler manzumesi de şifahi olarak bu meclislerde dile vurulur, söze dökülür, elden ele, nesilden aktarılırdı. Bilgi ve beceri hamulesi usta çırak ilişkisi içinde hava solur gibi kendiliğinden şartsız hesapsız aktarılırdı. Bebekler annelerin ninelerin dizlerinde sallanırken eller boş durmaz bu faaliyetlerin her hangi biriyle durmadan işlerdi. Dertleşmek, söyleşmek, öğrenmek, paylaşmak gibi çok yönlü getirileri olan bu açık hava meclislerinde hoşça zaman geçirilirdi. Fakat bu baca serencamı bilhassa çocuklar için ciddi bir tehlike oluştururdu. Anneler her dakika uyanık olmak, her an tetikte bulunmak zorundaydılar. Bahçesi olan evlerde bu tip seyirler bahçelerde yaşanırdı.
Bu el altındaki baca veya bahçe sefalarının dışında “Tohumıslah”, “İstasyon bahçesi”, “Köşk bahçesi”, “Türbe”, “Boğaz”, “Ilıca”, “Hasankalesi”, “Tortum”, “Balıklı köyü” gibi yerler de bu seyir halkasına dahildi. Eskiler Türbe civarında cuma günleri “Fıkfıklar” tabir edilen yere de giderlermiş. Her hâlde vaktiyle orada kaynayan gözeler vardı. Onun için “Fıkfıklar” dediler diye düşünmekteyim.
Bilhassa Pazar günleri aileler yakınları ile birlikte daha uzak mesafelere pikniğe giderlerdi. Önceden bir at arabası veya bir kamyon tutulur, bir iki gün evvelinden hazırlık görülürdü. Su börekleri bağlanır, tepsideki böreğin önce alt yüzü, sonra da üst yüzü döndüre döndüre çevrilerek gaz ocağında kızartılırdı. Et pişer, kuru köfteler kızartılır, kete açılır, helva kavrulurdu. Pazar sabahı henüz hava karanlıkken tembihlendiği üzere at arabası veya kamyon çıkagelir, geceden yapılmış denkler ile birlikte hane halkı uykulu gözlerini ovuştura ovuştura at arabasına veya kamyonun arkasına binerdi. “Boğaz” çok tercih edilen bir piknik alanıydı. Çünkü orada dağlardan güldür güldür inen coşkun ve buz gibi bir çay akardı. Gün henüz ışımaya başladığında “Boğaz”a ulaşılmış olurdu. Yere ayak basan seyirehli eşyaları uygun bir ağacın altına taşırdı. Ailenin erkekleri çadır kurarlar, çocuklar gözeden su getirmeye koşarlardı. Semaverler yakılır, sofralar hazırlanmaya başlardı. Bu kahvaltı sofraları gerçek bir şölen olurdu.
Sonradan beton bir yatağa alınmış olan bu çay vaktiyle geniş ve düz arazide yaygın olarak akıyor olmalıydı. Zira bilhassa Batı cihetindeki alan sadece taşlıktı. Bu alanın toprağı su ile birlikte taşınmış geride sadece taşları ve çakılları bırakmıştı. Bu taşlık arazide çok güzel renkli, şekilli taşlar bulunurdu. Taş koleksiyonu yapmaya meraklı küçükler bu sahaya yayılır, çeşit çeşit taş toplarlardı. Gümrah akan bu çayda bilhassa evlenecek kız veya erkek evlatların yatak yünleri ile evin kilim, keçe, halı, battaniye gibi eşyaları yıkanırdı. Kırkılmış yünler, çuvallar içinde olduğu hâlde diğer yıkanacak eşya ile birlikte suya yatırılırdı. Azgın su alıp gitmesin diye de üzerlerine taş cinsinden bir ağırlık konulurdu. Yünlerin saçak saçak, yani büyük parçalar hâlinde ve beyaz renkli olması tercihe şayandı.
Bu zengin kahvaltı seremonisinin bitiminde yünler veya diğer malzeme yıkanmaya başlanırdı. Bu işlemin arkasındaki basamaklarda temizlenen yünleri yaygıların ya da taşların üzerine yayıp kurutmak, henüz nemli hâldeyken çırpmak ve nihayetinde de önceden hazırlanmış döşek ve yastık kılıflarına doldurup kılıfların ağızlarını dikmek vardı. Bazı becerikli hanımlar yorgan kılıflarını da hazırlamış olurlar, ince bir tabaka hâlinde kılıfa yerleştirdikleri yünleri muntazam aralıklarla dıştan merkeze doğru sırırlardı. “Mitil dökmek” tabir edilen bu işlem ustalık isterdi. Aynı şekilde bütün yıkananlar akşama kadar rüzgârlı “Boğaz” havasında kurur, güneşin, çiçeklerin, otların kokusunu içlerinde taşıdığı hâlde evlere götürülürdü. Bazı titiz hanımlar evin yün yataklarını her sene yıkamayı vazgeçilmez bir alışkanlık hâline getirdiklerinden onlar da bu faaliyet alanına dahil olurlardı.
Öğle yemeği arefesinde genellikle düzgün taşlardan kare şeklinde bir ocak yapılır, ortasında çalı çırpı yakılır, bu odun ateşinde domatesli veya sade tereyağlı pilav pişirilirdi. Pilavın henüz demlenmişi makbul sayıldığından bu iş bilhassa geciktirilirdi. Öğle yemeği başlı başına bir ziyafet olurdu. Sabahın ilk saatlerinden itibaren çayın soğuk sularına bırakılmış olan karpuzun leziz dilimleri ile bu ziyafet tamamlanırdı.
Her seferinde ancak iki üç ailenin piknik yaptığı Boğaz’ın tenhalığında heybetli dağlar, sular, ağaçlar ve böcekler sanki konuşurdu. Baştan ayağa lisana durmuş bu ihtişamlı tabiat ; ötelerin diliyle anlatır anlatırdı. Bu esrik iklimde ruh; bedenden sıyrılır, başka bir âlemde yeniden var olmanın şevki ile şaşkın ve hayran düşerdi.
Şimdilerde Boğaz’ı Doğu cihetinden kesen o dağların eteklerinde dolaşmak, sessizliğin dile geldiği o yaban güzellikte vecde benzer duygular ile dolmak vardı. Şimdilerde kır çiçeklerinin envai çeşidi ile donanmış o zengin floralı yerlerdeki sırlı toprakla nefeslenerek zamandan ve mekândan kopmak vardı. Şimdilerde ak köpüklerle başını taştan taşa çalarak binbir ahenktâr kaynaşma, binbir ince fısıldaşma ile dökülen suyun seyrine bakmak çağlayışındaki musikiye kapılıp da dalıp gitmek vardı. Şimdilerde her taşı bir mücevher olan o taşlık arazide eteğini taş ile doldurmak emeliyle araziye fütursuzca dağılmak vardı. Şimdilerde maveradan seslenen bu efsunlu rüyanın ortasında kayıp gitmiş olan çocuğu çağıran babanın sesiyle bu masal diyarından uyanmak vardı.
Ellerinize sağlık Belkıs Hanım. Yine bizi gerçek Erzurum’a götürdünüz. Sağolun.
Çok duygulandım, son iki paragraf haza şiir. Yeniden yaşarsınız inşallah o demleri, o özlediğiniz demleri. Selam ve saygılarımla.