13 Mayıs 2014 tarihinin akşam saatlerinden itibaren ülke gündemi Manisa’nın Soma ilçesinde vuku bulan maden kazası ile sarsıldı. Önceleri işin boyutlarını, dolayısıyla da vahametini kavrayamadık. Fakat saatler ilerledikçe ve kara haberler selli yağmur gibi indikçe felaketin büyüklüğü ortaya çıktı. Ekmek parası uğruna yerin altında çalışmaya razı olmuş bulunan genç, sağlıklı, verimli, yüzlerce canın kaybı yürek dağlayıcıydı. Öğrendiklerimiz ne ölçüde hazin bir tecelli ile karşılaştığımızı ortaya koyuyordu.
Maden ocağı etrafında yaşanan bir azap meşheri bütün sözleri yetersiz, bütün tesellileri anlamsız bırakıyordu. Böylesi bir elim durum; her türlü kelamı ziyade kılıyor, kimseye söyleyecek bir şey bırakmıyordu. Ümitle ümitsizlik, korku ile heyecan, acı ile endişe kasırgaları arasında titreyerek bekleşen yakınlar, analar, babalar, eşler, evlatlar, kardeşler tahammülü yıkan bir görüntü oluşturuyordu. Bu kahır karşısında içimizden feryatlar yükseldi, ağıtlar çağladı, tarifsiz kederler ile matemlere gömüldük.
Ama, bu karşılaştığımız elim hadise ilk değildi, Türkiye zaten insanın en ucuz olduğu, hayatın en kolay gözden çıkarılabilir bir meta sayıldığı bir ülkeydi. Bu yüzden olsa gerek iş kazalarında dünya ölçeğinde önde gidiyorduk. Bu tedbirsizlik, bu ihtiyatsızlık ve bu ihmal, kaderci yanımızdan mı kaynaklanıyordu? Bu boş vermişlik, bu vurdumduymazlık neyin nesiydi?
Kolaycılığa, vaziyeti bir şekilde idare etmeye alışkın olan yanımız mıydı bizi böyle kılan? İş verenler daha az masrafla iş yeri açmak endişesiyle mi tedbirde kusur ediyorlardı? Çalışma alanlarını ucuza mal etmek adına gerektiği kadar iyi malzeme, iyi işçilik ve teknik alt yapı gibi hususlarda tamahkâr mı davranıyorlardı? Mevcudu sık sık gözden geçirme, yıpranma, aşınma ve bozulmalara karşı bakım ve yenileme çalışmaları yapmaktan mı kaçınılıyordu?
“Akacak kan damarda durmaz, “olacakla öleceğe çare bulunmaz”, “her şey olacağına varır” gibi kalıp cümleler mi bizi bu kadar fütursuz kılıyordu.
İşverenleri ve işçileri iş sağlığı ve güvenliği konularında düzenli eğitimlerden geçiriyor muyduk? Dünya ölçeğinde en ideal uygulamaları hayata geçirmek konusunda işletmecileri yeterince bilgilendiriyor ve gerektiğinde yaptırım gücüne baş vuruyor muyduk.
Denetleyiciler, iyi ağırlanmak, güler yüz tatlı dil görüp de gevşeyivermek, ya da önemsememek, görmezlikten gelmek, işi takdire bırakmak gibi hastalıklara mı düçar olmuşlardı. Sahici değil de dostlar alışverişte görsün mealinde iş yapan göstermelik ekipler miydi?
Ülkemizde inşaat sektöründe, tersanelerde, taş ocaklarında, maden sektöründe sık sık rastlanan birkaç kişilik ölümler neredeyse olağan sayılmaktadır. Her seferinde bu tip kazalar karşısında yazar çizer, ahlar oflar, sonra da bu meseleyi de miadını doldurmuş hadiseler çöplüğüne bırakır, kaldığımız yerden hayata devam ederdik.
Zaten oldu bitti hafıza kayıtlarımız güçlü değildi. Hele de ateş bizzat bizim ocağımıza düşmemişse, bizim can evimizi yakmamışsa duygusal Akdeniz milleti kimliğiyle üç beş gün ağlar sızlar yanar yakılır sonra çarçabuk unutur, hızla değişen gündemin yeni rüzgârlarıyla savrulur giderdik. Ancak can kayıplarında böylesine yüksek rakamlar söz konusu olduğunda içten yırtıldığımızı, derinden koptuğumuzu hissederek darmadağın oluyorduk.
Evet, olanlar oldu, keşke olmasaydı. Ancak olması gereken şu saatten sonra ne yapılabilir sorusuna cevap aramaktır. Evet, şehit olan kardeşlerimizi uğurlamak, kederli ailelerine maddi ve manevi anlamda destek çıkmak, acılarına ortak olmak, teselli vermek, yaralılarımızı ise bir an önce ayağa kaldırmak, asgari ölçüde üzerimize düşenlerdir.
Grizu patlaması, yangınlar, göçükler, elektrik arızaları ve daha bunun gibi bir çok tehdit altındaki maden çalışanları havasız, ışıksız yer altı dehlizlerinde, dibi görünmez kör kuyularda her gün bir ölüm yolculuğuna, bir ecel çıkmazına doğru hamle yapıyorlar. En uç noktada tedbir de alsak bu işin tabiatı önemli ölçüde risk barındırıyor. Tedbirle bu tip tehlikelerin azaltılabileceği ama tamamen yok edilemeyeceği anlaşılıyor.
İnsan hayatı en büyük değerdir. İnsanı iyi yaşatmak, korumak, eğitim ve sağlık haklarından yararlanmasını sağlamak ise en önemli bir vecibedir. Evvelemirde can güvenliğini sağlamak da her şeyin önündedir. Bir maden ocağında en ideal ölçülerde, dünya standartlarına uygun bir şekilde iş güvenliğini sağladığımızı var saysak bile bir kimseyi her gün tepeden tırnağa kömür karasına bulamak, ömrünün bir kısmını yerin yedi kat dibinde geçirmesine razı olmak ne kadar insancadır. Renksiz ve dar bir dünyada kömür solumak, ise bulanmış ekmeği yemek, tozlu suyu içmek ne ölçüde hakçadır.
Çalışırken bu kadar zorluğa katlanan madenci bir zaman sonra da canının derdine düşüyor, ciğerleri tükeniyor, ömrü azalıyor. Bütün bu karanlık ihtimaller tablosunu bile bile bu hazin akibeti bekleye bekleye insanları diri diri toprağa gömmek nedendir.
Teknik bu ölçüde ilerlemişken insanı madene indirmek temel insan hak ve hukukuna uygun mudur? Robotlar veya başka teknik imkânlarla kömür çıkarılamaz mı? Teknoloji; kitle imha silahları ile nükleer silahlar geliştireceğine “insansız kömür çıkarma aracı” yapamaz mı? Görünmez denizaltılar, radara takılmayan uçaklar yapan ilim kömür çıkarmada insansız sondaj metotları geliştiremez mi? Gelinen akıl almaz teknik ilerlemelere bakınca bunun mümkün olabileceği düşünülebilir.
Teknolojinin hangi gelişme basamağında bulunursa bulunsun insan emeği olmadan madeni toprak altından çıkaramayacağını farz edelim. Bu takdirde de şunu söyleyebilir miyiz. Kömür ocaklarını kapatalım. Bunun yerine güneş, rüzgâr, su gibi diğer enerji kaynaklarını daha verimli hâle getirelim. Başka enerji kaynakları ortaya koymak adına çalışmalar yapalım. Ama insanı, hele de garibi, yoksulu, bir dilim ekmek peşinde koşanı yerin yedi kat dibine indirmeyelim. Herkese yerin üstünde iş imkânları arayalım.
Bu acı hadisenin son olması temennisiyle şehitlerimize Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, kederli ailelere ve milletime sabrıcemil niyaz ederim.
Bir yanıt yazın